Başarısızlık korkusu da insanı çürüten bir bataklıktır. Boyuna kötümserlik, sonunda çevredeki herkesi kötülemeye yöneltir insanı. Oysa yazarlığın yolu, kötü yazarları eleştirmekten değil, anlamak, anlatmak ve üretmekten geçer.Başka yazarları kötülemek, insanı iyi yazar yapmaz. Başarısızlar arasında iyi bir yazar olarak parlamak, iyi yazarlık yollarından biri değildir. Yazarın asıl rakibi kendisidir. Onun yazma uğraşının itici gücü, sürekli kendini aşma çabasıdır.
Yazanlar ikiye ayrılıyor. Birinci grup, sürekli yokuş yukarı zorladıkları görüşlerle yüklü cümlelerin bir türlü yükselemediğini gördükleri halde, yazmaktan vazgeçe-meyenler. Belli ki yazının çok değerli bir uğraş olduğuna inanıyorlar. Ama içten ge-len engellenemez bir dürtünün etkisiyle yazamadıklarından, bir türlü istedikleri kata çıkamıyorlar. Bir süre sonra da kıpırdamak istemeyen sözcüklerinin yazıya direnişi, onlarda yazma isteği bırakmamıştır. Oysa yazının okur tarafında kalınarak da yazınsal etkinliğin içinde olunabileceğinin farkına varsalar, biraz rahat edecek-lerdir. Kapasiteleri konusunda kesin bir yargıları yoktur. İç görüleri yetersizdir di-yelim. Yalnızca kendilerine değil, okurlara da ne kadar sıkıntı çektirdiklerini, onlara anlatan biri olsa bari. Aslında edebiyat eleştirmenlerinin biraz da böyle bir işlevleri var. Ama bir kez yazının büyüsüne kapılmış kişinin, gerçeğin sert yüzüne çarpma-dan kolay kolay kendine gelmesi beklenemez.
Başarısız bir yazar olduğu, artık apaçık bir gerçek olarak ortadayken, niye hâlâ yazacağım diye ayak diretir insan? Neden özellikle yakın çevresi için gerginlik, hatta huzursuzluk kaynağı olur? Denebilir ki yazarların yakın çevreleriyle ilişikleri zaten her zaman sorunludur. Çünkü yazarlar, yakınlarına göstermek zorunda oldukları özeni ve harcamak durumunda oldukları zamanı, ilgili ilgisiz konularda “Yazmam gerekiyor.” diye hep boşuna tüketip duruyorlar. Enerjilerini içinde bulundukları toplumsal çevreye olumlu katkıda bulunmak için kullanmak yerine, sınırlarımı genişleteceğim diye yiyip bitiriyorlar.
xxx
Beklenir ki görev ya da inat için yazmaktan vazgeçip, içinden geldiği gibi, bir ırmağın akışına kapılır gibi yazmalı insan. Su gibi akarak, rüzgar gibi eserek yazanları okuyor da mutlu oluyoruz. Ateşten fırlayan kıvılcımların ya da göğü boydan boya yaran şimşek lerin ışıltısıyla yazanları gördükçe. Cümleler doğası gereği, bütün fazlalıklardan, zorlamalardan arınarak, kendiliğinden dökülmeli satırlara. İnsan, Montaigne gibi “Yaşadıklarım, tanıklıklarım, benden sonra yalnızca yakınlarımın bellek kayıtlarında kalmasın, okundukça yeniden canlansın.” umuduyla yazmalı. İnsanın içindeki yazma isteğinin elbette bir açıklaması olmalı. Ama bu noktada soruya yanıt ararken, kendisini aldatmaktan özellikle kaçınmalı. Unutmamalı, kendisini aldatma becerisi, en gelişmiş yeteneklerinden biridir insanın.
Bilinenleri yineleyenler, kendilerinden bekleneni belki vermiş sayılırlar ama iyi yazar oldukları kuşkuludur. Kimse, “Neden iyi yazamıyorsun?” diye sorgulanamaz elbette. Ama birisi yazar olarak ortaya çıkıp bir yayın yapıyorsa, ondan artık iyi yazması beklenebilir. Eleştiri oklarına karşı zırhını kuşanmalı, yazdıkları artık en sert eleştiri tünelinden bile geçmeye hazır olmalıdır. Yalnızca akılla, mantıkla yol alan yazarla, yalnızca duygu ve düş gücüyle yürüyen yazar, aynı eksiklikle özür-lüdür. O, bütün yaratıcı gücünü yazıya adayamamıştır. Dolayısıyla sürekli başarı-sızlık duygusuna tutsak yaşayacaktır.
Başarısızlık korkusu da insanı çürüten bir bataklıktır. Boyuna kötümserlik, sonunda çevredeki herkesi kötülemeye yöneltir insanı. Oysa yazarlığın yolu, kötü yazarları eleştirmekten değil, anlamak, anlatmak ve üretmekten geçer. Başka yazarları kötülemek, insanı iyi yazar yapmaz. Başarısızlar arasında iyi bir yazar olarak parlamak, iyi yazarlık yollarından biri değildir. Yazarın asıl rakibi kendisidir. Onun yazma uğraşının itici gücü, sürekli kendini aşma çabasıdır. Gerçek yazar, kendi tezgahtarlığını yapmaz. Peki ama paylaşım da yapmamalı mı? Yazı, baştan aşağıya paylaşım demek değil mi? Ayrıca ürünü tanıtmak gerekmez. Yazı, en başta elbette başkasının bilincidir. Başkasına doğru yöneltilmiş bir yoğun iletişim yumağı. Başkası var mıdır, varsa kimdir? Elbette bu sorular, yanıtlanması kolay olmayan sorular. En genel haliyle başkalarının dilde kurulduğunu söylemek, soruları bir ölçüde yumuşatabilir. Önce kavramsal araçlarla donatır, geliştirir yazar kendini. Kavramlar, ince elenmiş sık dokunmuş araçlardır. Onları iyi kullana-bilirseniz, tuttuğunuz yolda sizi ummadığınız başarılara ulaştırabilir. Ama öte yan-dan kavramlarla didişeceksiniz de. Kavramlar, karşımıza sürekli engeller olarak da çıkabilir. Duyular, algılar ve kavramlar, düşünsel yolculuğumuzun basamakları. Kavramlar, geçmiş deneyimlerden çıkarılmış sonuçlar. Alınan yolda sınanacak ve sorgulanacaklardır. Bir bilgi alanında etkili olmak, o alanın kavramlarına egemen olmaya bağlıdır. Bu ise, kavramaların içselleştirilmesine Özümsenmemiş kavramlar, bir işe yaramazlar. Ancak burada sorumluluk, kavramda değil, onu kullanamayanlardadır.
Yazı için söylenenler, en çok deneme için geçerlidir. Hatta yazı, nitelikli haliyle denemeyle çakışıyor. Deneme, gündelik yaşamda felsefi bir yoğunluk oluşturma iddiasındadır. Ama aynı zamanda, sanatsal alanla geçişliliği dolayısıyla incelmiş bir beğeni de sunar.
Deneme, içeriğinde çok parçalılığa izin veriyor. Uyumu, bütünselliği ön koşul saymıyor. Okuyanda düşünsel bir davranma isteği uyandırsın yeter. Denemeden beklenen, bir olgudan yola çıkıp sorgulamalarla düşünsel bir yoğunluğa ulaşması. Deneme, yazana da okuyana da kendisini sürekli olarak yeniden tanımlatmalı. Okuyucu, deneme nedir, sorusuna okuma süresi boyunca kendince bir yanıt bulmalı.
Okur, yazarını çelişkisizliğe zorlamamalı. Çok çeşitli konulara, ayrıntılara dalıp çıkmak bir olumsuzluk olarak anılmamalı, tutarlılık en önemli özellik sayılmamalı. Denemecinin ürün sepeti kırk ambar olarak küçümsenmemeli. Tersine, konu çeşitliliği ve deneyim zenginliğinin denemenin en çekici yanlarından biri olduğu gözden kaçırılmamalı.
Çağrışımlarla yol almak, doğaçlamayı iyi yapmakla olanaklı. Dolmuş ve taşmış bir bellekle insan, yazı katında sınırsız bir gezi alanı edinecektir. Bu sırada “Çok dolaştırıyorum okuru, başkalarının zamanını gereksiz yere tüketiyorum, bir an önce yazıyı toparlamalıyım.” diye, telaşa kapılmamalı. Aslında denemeci özgünlüğü de bu alandan beslenir. Bir adım ötede, başka bir dünyanın var olabileceğini buradan haber verir herkese.
Şu dünyada bulunuşunu benzersiz bir şans sayıyorsa insan, bunu kayda geçirmekten bir an bile geri durmamalı. Varlığının en önemli kanıtıdır yazılanlar. İnsan, bir kereliğine elde ettiği bu dünyada yaşama fırsatını, varoluşsal bir doygunlukla değerlendirmeli. En önemli olanak-lardan biridir yazı ve sonra da deneme.
Görünenle yetinmeme, her olayı, olguyu daha geniş bir çerçevede, derinlikte yeniden anlamak, anlatmak, bir bağlama yerleştirerek yorumlamak. Koşutluk, karşıtlık, çok renklilik, çok katmanlılık. Hep denemelere zenginlik kazandıran ve gerçekliği ören yapı taşları.
Mehmet Serdar
Comments