Bağımsız sinemanın ‘kuralları’ gereği, filmleriyle Hollywood stüdyo geleneğinin dışına çıkan Anderson; pastoral renkleri, simetrik kadrajları, mekan ve zamandan özgür hikayeleri, nev-i şahsına münhasır karakterleri ile kısa zamanda kendi kişisel sinema alanını yaratmış, bağımsız sinemanın auteur yönetmenlerinden biri haline gelmiştir
Auteur kuramı, ilk olarak 1950’li yıllarda Andre Bazin tarafından, Fransız yeni dalga akımı döneminde telaffuz edilmiştir. François Truffaut, Jean Luc Godard gibi dönemin yönetmenleri bu kuramın öncüleri arasında sayılır. Auteur bir yönetmen, filmin senaryosundan görüntü yönetmenliğine, müzik, dekor, kostüm, oyuncu seçimine kadar her detayı ile ilgilenir, kendi özgün tarz ve felsefesini yansıtır. Bıraktığı bu imza, izlediğiniz filmin yönetmenini bilmeseniz dahi onu fark edebileceğiniz kadar belirgindir.
Günümüzde ise bu kuramı, öncülerinin geleneğini bozmadan devam ettiren yönetmenlerden biri de hiç kuşkusuz Amerikan bağımsız sinemasının önemli isimlerinden Wes Anderson. Bağımsız sinemanın ‘kuralları’ gereği, filmleriyle Hollywood stüdyo geleneğinin dışına çıkan Anderson; pastoral renkleri, simetrik kadrajları, mekan ve zamandan özgür hikayeleri, nev-i şahsına münhasır karakterleri ile kısa zamanda kendi kişisel sinema alanını yaratmış, bağımsız sinemanın auteur yönetmenlerinden biri haline gelmiştir.
PASTEL TONLARDA SİMETRİ Anderson’un alamet-i farikası kusursuz simetri kullanımı, filmlerinde ilk göze çarpan özelliği. Bu simetrik kadraj içindeki detaycılık ve düzen, izleyiciyi her karede yeniden keşfedilecek ayrıntılarla baş başa bırakır. Pastel tonlarda bir renk paleti belirleyen yönetmen adeta post- modern bir dünya inşa eder. Canlı renkleri hüzünlü olaylar ile bağlayabilen, izleyicisine sahici rüyalar gördüren, objeleri ve mekanı renklerle şekillendiren bir kullanımdır bu. Karakterler, uyumlu renk geçişleri ile bulundukları ortamın birer uzantısı gibi hissettirir çoğu zaman. ‘Mo- onrise Kingdom’ (Yükselen Ay Krallığı, 2012) filminde pastel sarı, ‘Fantastic Mr. Fox’ ta (Yaman Tilki, 2009) açık kahve, ‘Life Aquatic with Steve Zissou’da (Suda Yaşam, 2004) okyanus mavisi dikkat çeker, kuşkusuz Anderson sinemasında her zaman mor ağaçlar, kırmızı gökyüzü, sarı denizler görmek de mümkündür. Anderson, oyuncu seçimi konusunda ise istikrarlı yönetmenlerden. Aynı oyuncularla çalışmayı sever, filmlerine genellikle yıldız isimler ve kalabalık bir kadro hakimdir. Olmazsa olmaz oyuncuları arasında ilk akla gelenler Bill Murray, Owen Wilson ve Jason Schwartzman. Bill Murray’nin bazen hiç konuşmadığı tek bir sahnede görünmüşlüğü bile var. Film karakterleri kendisinin de ‘outsiders’ olarak tanım- ladığı; tuhaf, bu dünyanın dışından gelmiş gibi, sorunlu kişilikler. Ana karakterler genelde erken olgunlaşmış çocuklar ve bir yanı hep çocuk kalmış yetişkinlerden oluşur.
Peki bu yetişkinler hiç büyümek istemez mi? Aslında belki de Anderson’dır büyü-mek istemeyen, bizi oyun alanına davet eden, hayal dünyasında bizi fantastik bir yolculuğa çıkaran. Yönetmen, karakterleriyle fazla ilişki kurmamızı da istemez aslında. Melankolik ve bir o kadar da sanatçı ruhlu bu karakterler, bu büyümemiş çocuklar, ifadesiz yüzler ile arz-ı endam ederler film boyunca ve onların ironik hikayelerine ‘uzaktan’ tanıklık ederiz. Anderson, merkezine aldığı aile, arkadaşlık ve aşk hikayelerinde, kendine has mizahı ile hüznün yanında her zaman umudun da olduğunu hissettirir. ‘The Royal Tenenbaums’ (Tenenbaum Ailesi, 2001) filminde New York’ta geçen bir aile dramını olabilecek en naif bakış açısı ile anlatır. ‘The Darjeeling Limited’ (Küs Kardeşler, 2007) de babalarının ölümünün ardından Hindistan’a tren yolculuğuna çıkan üç kardeşin aksiliklerle dolu hikayesini yine aile bağlarıyla ilişkilendirir. ‘Suda Yaşam’ da ise arkadaşını öldüren bir köpek balı-ğından intikam almaya çalışan kaptanın gemisine konuk oluruz. Yönetmenin ilk dönem filmlerinden olan ‘Rushmore’ (Çılgın Liseliler, 1998) bir ergenin kendini bulma hikayesine odaklanır. ‘Fantastic Mr. Fox’ da bir tilki ailesinin yaşayacak güvenli yer arayışı baba karakteri üzerinden anlatılır. Son dönem filmlerinden olan The Grand Budapest Hotel’de (Büyük Budapeşte Oteli, 2014) hayali Zubrowka şehrinde bir otel görevlisi ve kominin yakın arkadaşlıklarına ortak oluruz.
Anderson’un 2018 Berlinale’in açılışını yapan ve aynı zamanda festivalde kendisine en iyi yönetmen ödülünü getiren son filmi, tıpkı ‘Fantastic Mr. Fox’gibi stopmotion çekilen bir animasyon olan ‘Isle of Dogs’ (Köpek Adası). Yakın gelecekte geçen ve bir adaya sürülmek zorunda bırakılan köpek topluluğunun, kurtarıcıları Atari isimli bir çocukla olan maceralarına tanıklık ettiğimiz bu hikaye; mülteci sorunları, zorunlu göç gibi alt metinlerle okunabilen, yönetmenin en politik filmi olarak gösteriliyor. Anderson’un tüm bu işlerindeki ortak nokta, duygu yüklü hikayelerin aynı zamanda ironik ve absürd yanları ile eşsiz bir mizaha sahip oluşu diyebiliriz.
J.D SALINGER ESİNTİLERİ, THE ROLLING STONES TINILARI Wes Anderson, kitapların büyülü dünyasından ilham alır filmlerinde. Bazen film bir çocuk kitabı görseliyle bölümlere ayrılır, bazen film karakteri bizimle kocaman bir kütüphanenin önünde konuşur, bazen de onları kitap okurken görürüz. ‘Rushmore’ da, ünlü yazar J.D Salinger’ın ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ kitabından esinlenmesi, ‘The Royal Tenenbaums’un yine Salinger’ın Glass ailesinden izler taşıması, ‘Fantastic Mr.Fox’un çocuk kitapları yazarı Roald Dahl’ın aynı adlı kitabından uyarlanması, ‘The Life Aquatic with Steve Zissou’da Jacques Yves Cousteau ‘nun ‘Diving For Sunken Treasure’ kitabından ilham alması ve ‘The Big Budapest Hotel’de Stefan Zweig’ın notlarından etkilendiğini söylemesi onun edebiyata olan bağlılığının en büyük göstergesidir. Wes Anderson sinemasında müzik kullanımı, yine her filminin gizli hazinelerinden olmuştur. Buna en iyi örneklerden biri, Isle of Dogs’da anlatımın Japon davullarının ritmine göre şekillenmesi. Anderson, bu hikayede yönetmen Akira Kurosawa’nın filmlerindeki müziklerden referans almış. ‘The Life Aquatic with Steve Zissou’da David Bowie parçalarını Portekizce akustik versiyonlarıyla dinleriz. ‘Fantastic Mr. Fox’ ve ‘The Darjeeling Limited’da Rolling Stones, ‘The Royal Tenenba- ums’ da ise The Velvet Underground tınıları kulağımıza çalınır.
Wes Anderson sineması, estetik bir vizyona sahip, pastoral bir görsel zenginlik- vadeden, tuhaf alışkanlıkları olan, sorunlu ama olağanüstü yetenekli karak-terleriyle, hem absürd hem derinlikli hem yaralı hem de komik hikayeler anlatılabileceğini gösteren bir fantastik dünya. Yedinci sanat olarak bilinen sinemanın hakkını veren Anderson, ‘Moonrise Kingdom’dan ‘The Big Budapest Hotel’ ve ‘Isle of Dogs’a kadar uzanan son on yıllık süreçte hep artan bir çizgiyle sadece Amerikan bağımsız sinemasında değil dünya sinemasında da sağlam bir yer edinme yolunda ilerliyor.
Bağımsız sinemanın ‘kuralları’ gereği, filmleriyle Hollywood stüdyo geleneğinin dışına çıkan Anderson; pastoral renkleri, simetrik kadrajları, mekan ve zamandan özgür hikayeleri, nev-i şahsına münhasır karakterleri ile kısa zamanda kendi kişisel sinema alanını yaratmış, bağımsız sinemanın auteur yönetmenlerinden biri haline gelmiştir.
Yönetmen filmografisine 2020 ekim ayında Cannes film festivalinde gösterilecek ‘The French Dispatch’ ile devam ediyor. Ünlü film yıldızlarından oluşan kadrosuyla dikkat çeken yapım, 20. yy da Fransa’nın hayali bir şehrinde yaşayan gazetecilerin başından geçen olayları siyah- beyaz, renkli ve animasyon öğelerle anlatacak.
Duygu ve duyularımıza iyi gelen, umudu yeniden hatırlatan Wes Anderson’ın fantastik dünyasına davetlisiniz.
ECZ. BURCU ONAY
Comments