Kaygıyla Yüzleşmenin Verdiği Hayati Ders
- Ecz. Asuman Çakıroğlu
- 16 Ara
- 6 dakikada okunur
Kaygıyla yüzleşmek, aslında bizi can sıkıntısından kurtarabilir, duyarlılığımızı artırabilir ve varlığımızı sürdürmemiz için gereken gerilimi sağlayabilir.
Kaygının varlığı, hayatiyetin işaretidir; tıpkı ateşimizin çıkması gibi, kişiliğimizde bir mücadelenin sürdüğünü gösteren bir kanıttır. Filozof Søren Kierkegaard, kaygının değerini şöyle özetler: “Kaygı en iyi öğretmendir” ve “ne zaman yeni bir olasılık ortaya çıksa kaygı da ona eşlik eder.” Kaygı, aslında var olma durumumuzu sorguladığımız, bir bakıma kendimizi olmama ihtimaline karşı sınadığımız ve onayladığımız bir deneyimdir.
Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, 1945 yılından itibaren, özellikle atom bombasının doğuşuyla birlikte kaygı, örtük bir problem olmaktan çıkıp tüm insanlığın yüzleşmek zorunda olduğu açık bir problem haline gelir. Hermann Hesse, Bozkır Kurdu adlı eserinde bunu şöyle ifade eder: “Bir neslin tümünün (…) iki çağ arasına, iki yaşam tarzı arasına sıkışıp kaldığı zamanlar vardır ve bunun sonucunda nesil kendini anlama yetisini tümden yitirir, ne herhangi bir standardı ne güvencesi vardır; rızası bile yoktur.”

Edebiyatta Kaygının İzleri
1920’li ve 1930’lu yıllarda Amerikan edebiyatında kaygının doğrudan kendisinden çok, semptomlarının, yani kaygının yarattığı etkilerin öne çıktığını görürüz. Burada yitirilen, kişinin kendi benliğine, değerli ve benzersiz olduğuna duyduğu inanç ve bunu deneyimleme kapasitesidir. Romanlarda, öykülerde karşımıza çıkan (ve aslında hepimizi simgeleyen) bu karakterler, kendilerine duydukları inancı kaybetmiş, diğer insanlarla anlamlı bir iletişim kurma gücünü yitirmiştir. Kaygıyı ve bu tür insan deneyimlerini en çarpıcı şekilde kaleme yazarlardan biri Franz Kafka’dır. 1940- 1950’li yıllarda Kafka’ya gösterilen ilgi dalgası, onun eserlerinde anlatılanların çok sayıda insan tarafından anlamlı bulunduğunu gösterir. Kafka’nın kahramanları sıkışmış, ne bir şeye ne de birine yaranabilen, çıkmaz içindeki insanlardır. Hermann Hesse ise modern insanın kaygısının kaynaklarını daha açık biçimde ortaya koyar. Onun döneminde sosyal ve kültürel değişim Avrupa’dan başlayarak Amerika’ya yayılmıştır. Hesse, yaşadığı çağdaki kaygı problemine eksiksiz bir çözüm sunmaz çünkü bu dönem, bir kez daha vurgulamak gerekirse, onun deyişiyle, “bir neslin tümünün (...) iki çağ arasına, iki yaşam tarzı arasına sıkışıp kaldığı zamanlar”dan biridir.
Sosyal İncelemelerde Kaygı
Sosyal bilimler de kaygı çoğu zaman doğrudan ifade edilmez ama incelendiğinde, insan davranışlarında gizli izler olarak karşımıza çıkar. R. S. Lynd ve H. M. Lynd’in Middeltown başlıklı çalışmaları, 1920’li ve 1930’lu yıllarda Amerika’nın küçük kentlerinde bu durumu çarpıcı biçimde ortaya koyar. 1920 tarihli ilk çalışmada, Middletown sakinlerinin bilincinde kaygı açık bir problem değildir ama mecburiyetten kaynaklanan uyum çabaları, boş zamanların etkinliklerle doldurulması (arabayla elli mil gitmek gibi), dikkatlerini sürekli başka şeylere yönlendirme ve yalnız kalmaktan kaçınma gibi davranışlar “örtük kaygı” belirtileri olarak okunabilir. Bu dönemde insanlar, can sıkıntısından ve kendi içsel boşluklarından kaçarken, “ajitasyon” bir süre sonra amaç haline gelmiştir. Bu akla şu soruyu getirir: İnsanlar neden korkuyor? 1930’lu yıllarda yapılan ikinci çalışma ise insanların karmaşık ve hızla değişen dünyaya duydukları güvensizliği gözler önüne serer. Middletown’da birbiriyle çatışan toplumsal ve kültürel örüntülerin yol açtığı bu “kargaşa”, daha geniş toplumsal değişimlerin küçük bir yansımasıdır. İnsanlar, çoğu değişimi ve belirsizliği yaşamın tüm katmanlarında birden kaldıramadığından, “daha katı ve muhafazakâr ekonomik ve toplumsal ideolojilere sığınma” eğilimi göstermiştir. Baş döndürücü bir hızla değişen kültürel ve toplumsal koşullar, bireyleri sürekli bir kimlik ve rol değişimine zorlamıştır. İnsanlar kaygıyı geçici olarak savuşturmak, kısa vadeli uyum sağlamış gibi görünmek için farklı davranış biçimlerine bürünmüş, ancak bu durum, uzun vadede ciddi baskılanma ve inkâr gibi psikolojik bedeller doğurmuştur. Filozof Spinoza’ya göre, devletin temel amacı insanların korkudan kurtulmasını sağlamak, onları hem kendilerine hem de başkalarına hiçbir zarar vermeden, güvenlik içinde yaşayıp hareket edebilecek hale getirmektir. Bu perspektiften bakıldığında kaygı, hem kişisel bir duygudur hem de düzen ve güven arayışının göstergesidir. Bireylerin iç dünyalarında da toplum içinde de hayatta kalabilme çabasıyla doğrudan ilişkilidir.
Spinoza: Korkuyu Alt Eden Akıl
Spinoza, duygusal karmaşa ve korkuyu akıl yoluyla aşmayı önerir:
• Tutku: Duygusal karmaşa, kişi net bir fikir geliştirdiğinde tutku olmaktan çıkar.
• Korku: Öznel bir ruh hali problemi, nefret ettiğimiz bir şeyin başımıza gelebileceği düşüncesinden doğan belirsiz bir acıdır.
• Umut: Arzuladığımız bir güzelliğin gerçekleşmesi fikrinden doğan belirsiz hazdır. Korku ve umut, zihin zaaflarının ürünüdür. Spinoza’ya göre, akıl rehberliğinde yaşadığımızda umuda daha az bağlanır, korkuya daha az teslim oluruz ve eylemlerimizi aklın öğütleri yönlendirir. Duygular bastırılmaz ama akılla yönlendirilir.
Kierkegaard: Kaygıya Rağmen Devam Etmek Kierkegaard kesinliği değil, kuşkuya ve kaygıya rağmen hayata devam etmeyi vurgular. Spinoza’nın “kesinlik” anlayışının aksine Kierkegaard bireyin kaygı ve belirsizlik içinde var olma sürecine odaklanır. Ona göre, tıpkı bir geometrik önermeye nasıl kesinlikle bakıyorsak, etik ve varoluşsal problemleri de benzer bir dikkatle ama kaygının varlığını reddetmeden ele almalıyız.
Felsefede Kaygı
Filozoflar kaygıyı insanın varoluşsal çatışmaları ve krizleri bağlamında incelemişlerdir. Soren Kierkegaard, kaygının nesiller üzerindeki etkilerini gözlemlerken şunları yazar: “Yaşadığımız çağın bütünü hakkında iddialı terimlerle konuşma arzusu taşımıyorum ama çağımız kuşağını gözlemleyen hiç kimsenin bir uyumsuzluk olduğunu inkâr etmeyeceğine kuşku yoktur ve buradaki kaygı ve huzursuzluğun sebebi, hakikatin ölçüsü kütlesi, kısmen de soyut anlaşılabilirliği tek bir yönde artabilecekken, bunların kesinliğinin mütemadiyen azalmasıdır.” Kaygı ve korkuyu açık bir şekilde ele alan filozoflar soyut bir entelektüel sistem kurmakla yetinmemiş, hem felsefe hem de din perspektifiyle insan deneyimine odaklanmışlardır. Spinoza, Pascal, Kierkegaard gibi düşünürler bu alandaki en önemli yorumcular arasındadır. Kaygının felsefi tarihini incelemek, çağımızdaki kaygıyı anlamamıza iki açıdan yardımcı olur: İlk olarak filozofların yazılarında kaygının anlamına dair tespitleri görmemizi sağlar. İkinci olaraksa toplumsal ve kültürel bağlamda bireylerin kaygısının tarihsel ve kültürel koşullarla nasıl şekillendiğini anlamamıza ışık tutar. Kültürümüzde “rasyonel” (akılcı) olana, mekanik olgulara öncelik verilirken “irrasyonel” (akıl dışı) sayılan deneyimler baskılanmıştır. Kaygı kısmen irrasyonel bir durum olduğundan, tarih boyunca bastırılmış ve çoğu zaman yalnızca akıl yoluyla meşrulaştırılabilir hale gelmiştir. Bu, yalnızca entelektüellerle sınırlı kalmamış, genel kültürel bir eğilim olarak sürmüştür.
On Dokuzuncu Yüzyılda Kaygı
On dokuzuncu yüzyıl modern kültürün bütünlüğünde büyük çatlakların oluştuğu bir dönemdi. Şu anki kaygımızın kökeninde büyük ölçüde bu çatlaklar yatmaktadır. Özerk akla duyulan devrimci inanç yerini “teknik akla” bırakmıştı. Her bilim kendi yönünde ilerliyordu ama birleştirici bir prensip yoktu. Nietzsche bu durumu “bilimin bir fabrika olduğunu” söyleyerek tanımlıyordu ve teknik ilerleme ile insan değerleri arasında gelişen uçuruma dikkat çekiyordu. Bu parçalanmanın nihilizme yol açabileceğini öngörüyordu. Ernst Cassirer ise bu fikir zıtlıklarının yalnızca “vahim bir teori problemi değil, etik ve kültürel yaşamımızın tümüne yönelik bir tehdit oluşturduğunu” düşünüyordu. On dokuzuncu yüzyılda insan yaşamına dair teoriler farklı disiplinlerden (teoloji, bilim, siyaset, estetik, sosyoloji, psikoloji, ekonomi) geliyordu. Bunların her biri kendi bakışını nihai çözüm gibi sunuyordu ve bu, bireyin entelektüel merkezini kaybetmesine yol açmıştı. Bireyin psikolojik yaşamı da kültürel değişimlerden etkilendi. “Akıl” ile “duygu” birbirinden ayrıldı; iradi çaba (istenç) baş tacı edildi. Duygular baskı altına alındı, cinsel istek ve husumet gibi eğilimler kabul görmedi. Freud, bilinçaltı güçlerin farkına vararak bu kopukluğa zemin hazırladı. Böylesi bir ortamda kaygının ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kaygı bireyin kültürel ve psikolojik koşullarından bağımsız düşünülemediğinden toplumsal ve bilimsel değişimlerin hızlandığı bu çağda insan, hem bilinç hem de duygusal yaşamı ile bu değişime uyum sağlamak zorundaydı.
organizma olarak tam bir birey olması gerektiğini vurgulamışlardır. Feuerbach’a göre, “gerçekten var olan bir şey varsa o da tutku nesnesidir”, Nietzsche ise “bedenlerimizle düşünürüz” demiştir. Bu yaklaşım, insanın hem bilinçli hem de duygusal yönlerini bütünleştirmesinin önemini vurgular niteliktedir. Kaygı özgürlük ve yaratıcılıkla yakından bağlantılıdır. Yaratıcılık arttıkça potansiyel kaygı da artar, bilinç arttıkça birey “ben” olma kapasitesini güçlendirir. Bu, insanın kendi yaşamını anlamlandırma ve sorumluluk üstlenme sürecinin doğal parçasıdır. Örneğin ciddi bir hastalık geçiren her insan, iyileşmeyeceğini düşünüp şiddetli bir kaygıya kapılabilir.
Kaygının Doğası ve Yansımaları
Varoluşçu düşünürler geleneksel akılcılığı reddederken, bireyin gerçekliği deneyimleyebilmesi için hem hisseden hem eyleyen hem de düşünen bir Ama bu durumla yüzleşerek kendi sınırlarını ve potansiyelini keşfetmek durumunda kalır. Freud’un “ölüm içgüdüsü” ile “yaşam içgüdüsü” arasındaki çatışması, kaygının temelini anlamak için önemli bir çerçeve sunar. Otto Rank, sağlıklı bireyin bu çatışmaya rağmen yoluna devam edebildiğini, nevrotik kaygının ise kişiyi kapanma durumuna geçirdiğini ve özgürlüğünü feda ettiğini söyler. Korku ile kaygı arasındaki fark da belirgindir: Korkuda kişi tek bir yönde ilerler, korkulan nesneden uzaklaşır. Kaygıda ise sürüp giden bir çatışma söz konusudur ve kişi nesne ile muğlak bir ilişki içindedir. Kaygı, özellikle yaşamın kritik anlarında zirveye ulaşır. Örneğin çocuk doğuran bir kadında kaygı, yeni bir yaşamın dünyaya gelişiyle yoğunlaşır. Bu an bireyselliğin topluma doğduğu ve kaygının doğal olarak ortaya çıktığı bir andır. Kaygı, bireyin kendi potansiyelini ve özgürlüğünü fark etmesini sağlar. Özgürlük yitimi, engellenmiş farkındalık, ketleme veya nevrotik kapanma ile sonuçlandığında, birey hem kendi gelişimini hem de yaşamla kurduğu bağı kısıtlar. Bazı bireyler kaygı ve nevrotik kapanma durumunda sürekli olumsuzlama döngüsüne girerler. Kierkegaard’a göre, bu kişileri kurbangibi görmek hatalı bir şefkat yaklaşımıdır. Ona göre etik insan, kader veya süslü boş laflardan korkmaz çünkü bu tür şeyler şefkat kılığına girerek, onu kandırıp sahip olduğu hazinesini, yani özgürlüğünü elinden alır. Kierkegard’ı okurken, Fransız fizyolog Claude Bernard’ın özlem duyduğu o günün geldiğini hissedersiniz: “Fizyolog, filozof ve şairin aynı dili konuşarak birbirini anladığı” gün…


Yorumlar