top of page

JAMES JOYCE

Okunması en zor kitapların başında, James Joyce’un Ulysses adlı romanı olduğu söylenir. Ama bu özellik, onun yazılmış en iyi romanlar sıralamasında ilk sıralardan birine konmasını engellemez. Elbette sanat anlayışlarındaki farklılıklar dolayısıyla Joyce’un değeri konusunda herkes, aynı görüşe sahip değildir. Sanat anlayışları, yazarlardan beklentilerin çeşitliliği, Ulyesses’e hep değişik yaklaşımların yönetil-mesine yol açmıştır.


Joyce, Ulysses’de Dublin’de geçen bir günü anlatır. Roman, Homeros’un Odysseia’sını temel alan bir şema uygular. Üç ana karakter Bloom, Molly ve Dedalus’ tur. Destandaki karşılıkları Odysseus, Penelope ve Telemakhos olan kahramanlar, Joyce’un gençlik ve erişkinliğiyle eşini, temsil ederler.

Ulysses on sekiz bölümden oluşur. 16 Haziran 1904 gününün Dublin’ini anlatır. Joyce romanını Trieste, Zürich ve Paris’te yazar.


Ulysses’in Türkçe’deki serüveni de şaşırtıcıdır. Roman, Nevzat Erkmen, Armağan Ekici ve Fuat Sevimay olmak üzere üç çevirmen tarafından Türkçe’ye çevrildi. Nasıl oluyor da tek bir metinde oluşmuş düğüm üç ayrı çeviriyle ancak çözülebiliyor. Şiir çevirisinde bu durum doğal karşılanabilirdi, ama romanda çeviri metin sayısının artışı yadırgatıcıdır. Eğer aynı metinden üç metin çıkacaksa, metin çoğaltması aynı dilin içinde de yapılabilir. Özellikle sanata politik işlev yükleyen akımlar ve toplumcu gerçekçiler, Ulysses konusunda kararsızdılar. Çünkü Joyce, özellikle politik görüş olarak doğrudan tutucu kanatta yer almaz. Yenilikçi sol ise, zaten onu sahiplenmekte kararsızlık göstermez.


Bilinç akışı, Joyce’un başta Woolf ve Faulkner olmak üzere etkilediği yazarlar aracılığıyla, edebiyata kazandırdığı bir roman yazma tekniğidir. Bilinç akışı, roman kahramanının zihninden geçenlerin ara verilmeden ve belirli bir sıralamaya gerek duyulmadan, düzensiz biçimde aktarılmasıdır. Bu düzensizlik, okuyucuların müdahalesini gerektirecektir elbette. Okur, eldeki malzemeyle anlamı kendisi üretecektir. Bu, tam da sanatsal etkinliğin amaçladığı hedeftir. Üstelik noktalamanın bile kullanılmadığı olur bilinç akışında. Bu durumda, kaçınılmaz biçimde savruluşlar olacaktır.


Bilinç akışı, yoğun tartışmalara yol açan bir teknik. Önümüzdeki hazır gerçekliği, klasik gerçekçi romanda olduğu gibi doğrudan okuyucuya aktarmak varken, yazarın çarpıtması değil midir bu? Roman anlatıcısı yazar, var olan bakış açısıyla yansıttığı gerçekliği, okurun sırtına yıkınca sorun çözülmüş sayılmaz mı? Toplumcu gerçekçi bakışa göre, zaten bütünsel olan tanımlı gerçekliğin, ideolojik bir seçimle içselleştirilmesidir, sanatsal etkinlik. Romancı yazar, elindeki bu gerçeği, hemen işleme koyma ve hazır okuyucuya aktarma şansını niye kullan-masın? Okuyucuyla en kısa zamanda buluşup devir teslim işini bir an önce tamamlamak, daha akılcı bir yöntem değil mi? Bilinç akışı, çok kolaylıkla gerçekleştirilebilecek bu işlemin, gereksiz yere yokuşa sürülmesi anlamına gelmiyor mu?


Bilinç akışı tarafından bakalım bir de. Gerçeklik, yaşanan dönemde parçalanıp dağılmakta. Böyle bir saptama yapılıyorsa eğer, gerçekliği daha derinlemesine ve ayrıntılarıyla kuşatma olanağı var demektir. Ne kadar değişik bakış açısı devreye girerse, kendi gerçekliğimiz ve denetim alanımızı o kadar çok genişletme olanağı elde eder, kendimize ait bir dünya kurma şansına kavuşuruz. Kuşkusuz bilinç akışı tekniği ile yazılmış bir romanı klasik gerçekçi romana göre okumak daha zordur. Ama nitelikli edebiyat, kolay okunma vaat etmez. O, gittikçe genişleyen bir kültürel alanda dolaşma ve kendine ait bir dünya kurma fırsatı sunar.

Parçalanmış gerçek, düş kırıklığı, dağılma, bilinç akışı tekniği aracılığıyla duyum-satılır. Kuşkusuz bunlar, okurun da giderek daha güçsüzleşmesi anlamına gelir.


Toplumcu gerçekçilik, bilinç akışı karşısında ikirciklidir. O, sürekli olarak gerçeğin bütünselliğini vurgular. Bütünsel, tekil ve monolitik gerçek, yönlendirilmesi kolay bir yapıdır. Tersine herkesin farklı algıladığı gerçeği ise yönlendirmek zordur. Toplumcu sanatın yenilikçi kolunda yer alan Brecht ve Benjamin, parçalanmışlığı ve yabancılaşmayı gerçekliğin nesnel bir verisi sayıyordu. Bilinç akışıyla gerçeğe yeniden egemen olmak için davrandıklarında ise, kimi dallarda hatırı sayılır kazanımlar elde etmişlerdi bile.


Joyce, toplumcu gerçekçilik tarafından entelektüel enerjiyi boş yere tüketmekle suçlanıyordu. Zihinsel birikim, Joyce’un temsil ettiği ustalıkta, ziyan olup gidiyordu. Aslında toplumcu akımın aydınların düşünsel yeteneklerine gereksinimleri vardı. Ama aydınlar, sürekli kendilerinde başlayıp, kendilerinde biten döngülerde harcı-yorlardı yaratıcı güçlerini. Özellikle sanat alanına gereğinden fazla enerji akıtılması, politikanın hiç hoşlanmadığı bir yönelimdi her zaman. Oysa sanat, dünya mükemmel olmadığı için vardı. Politika, üstlendiği görevleri hakkıyla yerine getirebilseydi, yaşaması çok daha güzel bir dünyamız olurdu. Gelgelelim politika, aşırı müdahaleci tutumundan kendini bir türlü alıkoyamıyordu ne yazık ki. Korumaya çalıştığı her şeyi, aslında tehlikeye attığının farkında olamıyordu bir türlü.


Mehmet Serdar


bottom of page