top of page

GENÇLER NEREDE?

Bizim temel tezimiz, sanatsal kültürel etkinliğin doğası gereği demokratik, katılımcı ve zenginleştirici olduğudur. Sanat, insanı arındırır, sağaltırdı. Sonra da çoğaltır ve çeşitlendirirdi. Özneleşme sürecini derinleştirirdi sanat. Biz ise sürekli yakınıyoruz: Burada etkinlik yapıyoruz ey gençler, siz de gelip niye bizim deneyimlerimizden, öğütlerimizden yararlanmıyorsunuz?


İlk defa katılanlardan biri, o müthiş soruyu soruyor. Bu toplantılarda gençler niye yok? Önemli bir soru elbette ama bir yandan da sıradan bir saptama. Sık sık yineleniyor. Sanırsınız ki Taşlık sunumlarını en sonunda fark ettiler, bundan sonraki bütün toplantılara katılacaklar. Kendileri gelmekle yetinmeyip, getirebildikleri bütün arkadaşlarını peşlerine takacaklar. Ama hayır, bu dilek bir tek örnekte bile gerçekleşmemiştir.


Bu toplantılara gençler ilgi göstermiyorlar. Bizi bir dinleseler, anlasalar arkamızdan nasıl gelirler diye, yazıklanmaya hiç gerek yok. Şurası açık ki gençler için bir heyecan dalgası yaratamıyoruz. Salonda şöyle bir göz gezdirildiği zaman herkesin müzelere ücretsiz girecek kadar yaşamış olduğu hemen anlaşılıyor. Ama başka türlü söylersek, bu toplantıdakilerin hepsi yaşlı demek büyük bir keşif değil. Önce şunu sorgulamalı. “Bu toplantılarda gençler de bulunmalı.” diye bir amacımız var da biz onu gerçekleştirememiş miydik? Ünlü Tatlıses savunması: Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?


Oysa o gün Tahir Hocam gelmiş, Zweig üzerine çok güzel bir sunum yapmıştı. Zweig’ın kitaplarının yazılma öyküleri, içerikleri, yazarının düşünceleri, kaygıları, yaşamının çeşitli aşamalarındaki ruh halleri, inceliği, kırılganlığı, duyarlılığı, boyuna aşağılanması, kendisini sürekli suçlu hissetmek durumunda kalması, yetkin bir biçimde anlatılmıştı.


Yahudi olarak baskı altında yaşadığı Almanya’da, kitaplarının evinin önünde yakılmasına tanıklığı, gittiği İngiltere’de ise bu kez Almanca’nın yasaklanması onu onarılmaz biçimde yaraladı. Son olarak gittiği Brezilya’yı beğenmesine karşın kitaplarının yanında olmaması, yarım kalan kitaplarını hiç tamamlayamayacağını anlamasıyla, büyük bir umutsuzluğa kapıldı. “Gerçek özgürlük, insanın hayatına son verebilmesidir.” önermesine inanması, “En iyi ölüm gönüllü olanıdır.” Montaigne deyişini kabul etmesi, onu, eşiyle birlikte adım adım intihara sürükledi.

Otobiyografi, monografiler, anı kitapları, denemeler, öyküler, yarım kalmış romanlar, romanlar, novellalar; Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Yıldızların Parladığı Anlar, Satranç adlı kitaplar, Avusturyalı, Yahudi, hümanist, barış eylemcisi yazarın öne çıkan yapıtlarıydı.


Zweig, Avrupa’nın düştüğü duruma katlanamadı. 19. Yüzyıl’ın sakinliğine karşın, 20. Yüzyıl’ın iki savaşına, soykırımına, nükleer bombalarına bakın. Avrupa halklarının 2. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi birbirlerini tümüyle yok etmek üzere savaşacağına kim inanırdı?


Oysa 19. Yüzyıl’dan 20. Yüzyıl’a girerken eşsiz güzellikte bir yaz bekleniyordu, çünkü üzümler iyiydi, şaraplar da iyi olacaktı. Hiç kimsenin aklında yoktu, ama savaş çıktı. Hemen bütün yapıtlarında, ilk sayfaları biraz yavaş, ama sonra nefes nefese sonuna kadar okunan bir yazardı Zweig. Günde on altı saat yazıyordu.

Tahir Hocam sunumda bildiklerinin ancak dörtte birini anlattığını söyledi. Tahir Hocam’ın Zweig’ın yapıtlarına egemenliği sunum sırasındaki coşkusundan anlaşılıyordu. O kadar çok bilgi aktardı ki yaşamına ve yapıtına ilişkin. Üstelik her aşamada çok daha fazlasını bildiğini hissettiriyordu. Tam Zweig’a yakışır bir okurluktu Tahir’inki.


Çok başarılı bir sunum oldu. İzleyenler soluk almadan sonuna kadar dinlediler. Herkes mutlu, sunumu yapan da beklentileri karşıladığı için keyifliydi. Gençlerin katılımını amaçlasaydık, ona göre önlemler alırdık. Gençlere dönük bir etkinlik tasarımında bulunurduk. En başta konunun sunuluş biçimini ona göre belirlerdik. Gençlerin her bakımdan ilgisini çekecek alanlara açılırdık. Konular ve sunumcular, gençlerin ilgisini diri tutacak biçimde saptanırdı. Örneğin, gençlere önerilen okuma listelerinin her zaman en başlarında yer alan Satranç adlı uzun öyküsüne odaklanan bir sunumu amaçlardık.


Ulaşmayı hedeflediğimiz gençlerin temsilcileriyle daha önceden uzun uzun konuşur, onların tanıdıkları, beğendikleri sunumculara ulaşmayı düşünürdük. Bizim temel tezimiz, sanatsal kültürel etkinliğin doğası gereği demokratik, katılımcı ve zenginleştirici olduğudur. Sanat, insanı arındırır, sağaltırdı. Sonra da çoğaltır ve çeşitlendirirdi. Özneleşme sürecini derinleştirirdi sanat. Biz ise sürekli yakınıyoruz: Burada etkinlik yapıyoruz ey gençler, siz de gelip niye bizim deneyimlerimizden, öğütlerimizden yararlanmıyorsunuz?


Gelgelelim gençler, öğüt dinlemek istemiyor. Onlar da herkes gibi kendi hayatlarının doğrudan öznesi olmak peşindeler. Bu ise öncelikle, sunum yapılan bu salonda birlikte ve çoğunlukta olmaları anlamına geliyor. Toplantı onların olmalı. Oysa masalara yayılan, kritik sandalyelere yerleşen bizleriz. Sonra da, gençler niye gelip arkadaki boşlukları doldurmuyor, diye söylenip duruyoruz.


Gençler niye gelmiyor? Evet gelmiyor, ama biz onların gelmesini içtenlikle istiyor ve birlikte olalım diye sistemli bir çaba harcıyor muyuz? Çevremizdeki gençlere düzenli olarak çağrı çıkarıyor muyuz? Hayır elbette. Arada bir aklımıza geliyorlar.

Bu bölgedeki en yoğun kültürel sanatsal hareketlilik, içinde bulunduğumuz mekânda. Bu etkinlikler, öncelikle gençlerin eylemi olmalı değil mi? Kırk yılda bir gelen ve hayranlıklarını dile getiren gençler, sonra en fazla bir toplantı daha katlanabiliyorlar düzenimize, sonra yok oluyorlar. Onları bir daha göremiyoruz. Kendimize o kadar güveniyoruz ki bize bir takılsalar, bir daha bizden kopamazlar sanıyoruz. Ya da kopmamaları gerekir, diyoruz. Eğer ikinci toplantıda da yoksalar, hemen onların yetersizlikleri konusunda çıkarımlarda bulunmaya kalkıyoruz: Okumuyorlar, cep telefonlarına takılmışlar, içinde bulundukları ortama karşı sorumluluklarını yerine getirmiyorlar.


Onlarla düzenli görüşmeler yapmalıyız. Sanat edebiyat kültür buluşmalarından bekledikleri nedir, aramızdaki kuşak farklarına karşın ortaklaşabildiğimiz konular nelerdir? Onların da gereksinim duyduğu konularda nitelikli sanat yolunda ortak adımlar atabilir miyiz? Yalnızca biz onlara bir şeyler anlatacak değiliz, belki de onların bize aktaracağı daha geniş bir deneyim birikimleri vardır, bizim hiç bilgi sahibi olmadığımız alanlarda. Yeni bilgi biçimlerinde, yeni bilim teknoloji alan-larında.


Kabullenmekte zorlanıyoruz ama gençler için çekici olabilecek düşünceler üretemediğimiz açık. Onlar, bizim hayatın gerçekleri diye önlerine sürdüğümüz görüşlerle, kendilerini bağlı saymıyorlar. Hatta bu görüşleri özgürlüklerinin, düş güçlerinin kısıtlanması olarak görüyorlar. Hele artık bir kategori haline gelen altmış beş yaş üstü görüşler, belki kendi kuşakları için bir değer taşıyorlar ama yeni kuşaklar için bunlar, son kullanma tarihi çoktan geçmiş öne sürmeler. Hayatın gerçeği olarak bir ölçüde dikkate alınacak olanlar, ancak geçim sorunlarıyla ilgili olanlar.


Bir yandan önümüzde eski kuşakların bize sunduğu fırsatlar, temel gereksinimlerini karşılayacak altyapının kurulması, ama öte yandan bu alt yapının içerdiği frenler, tutucu öğeler. Eskinin bize sağladığı olanakların öteki yüzünün, gelişmemiz önündeki en büyük engeller olması. Hele olguları indirgemeci ve toptancı bir yaklaşımla yorumlamaya kalkmak, çoğu kez içinden çıkılması zor kargaşalara yol açıyor.


Mehmet Serdar

bottom of page