top of page

ZAMAN ZAMAN

Yazarın fotoğrafı: Mehmet SerdarMehmet Serdar

Doğayla dolaysız biçimde karşılaşmak, insanın doğayı kendi bedeniyle aynı anda duyumsaması eksiksiz bir varoluş duygusu yaratır. Doğaya katılırken ve onu içselleştirirken kendisini ayrımsar. Bu bir yandan özdeşleşme öte yandan da karşıtlaşmadır. Zamanın tam belirdiği nokta. İnsan doğayı içine çekerken, kendi bilincine varır. Buluşma ve kopuşma anı.


İnsanın denetiminin en çok dışında kalan şey zamandır. Belki doğrudan doğayla baş başa kaldığında, zamanla aradaki uzaklık bir ölçüde giderilebilir. Oysa, bütün sorunlarının çözülme biçimi olan gelişme, hep doğayı denetimi altına alma ve ondaki kendiliğinden süreçleri bozma doğrultusunda gerçekleşmiştir. Sabah, araba gürültüsüyle değil de horoz ötüşüyle uyanmışsanız, daha gözünüzü yeni açtığınızda merkezden yayılan bir gürültü ve ses saldırısına uğramıyorsanız, dirilmek için duşun altına değil de, som mavi bir denizin dibine yöneliyorsanız, kıyıya çıktığınızda yükselip yakmaya başlayan güneşten korunmak için bir

ağacın koyu gölgesine sığınabiliyorsanız, deniz sabahki durgunluğunu öğleye doğru hafif bir kırçıllanmaya bırakıyorsa, çevredeki hareket her türlü kıpırtıyı algılayabileceğimiz bir uysallıktaysa orda zaman elle tutulur bir maddeselliğe kavuşmuştur.


Doğa sürekli olarak dağılır, saçılır sonra da yeniden toplanır ve kurulur. İnsanın doğası için de öyle: Beden, boyuna zorlayan bir bozulma eğilimini yendikçe var olur. Bu sırada, hep dışardan bir ek güce gereksinimi vardır. Yaşamını sürdürebilmesi bu ek kaynağın üretilmesine ya da bulunmasına bağlıdır.

Doğayla dolaysız biçimde karşılaşmak, insanın doğayı kendi bedeniyle aynı anda duyumsaması eksiksiz bir varoluş duygusu yaratır. Doğaya katılırken ve onu içselleştirirken kendisini ayrımsar. Bu bir yandan özdeşleşme öte yandan da karşıtlaşmadır. Zamanın tam belirdiği nokta. İnsan doğayı içine çekerken, kendi bilincine varır. Buluşma ve kopuşma anı. Beden olarak doğa ile her şeyi kapsayan doğanın karşılıklı duruşundan zaman ortaya çıkar ve bütün varoluşu içine alır.


Zaman gereksinimi, onarılmaz biçimde doğadan koptuğumuz anda bağlar. Zaman, bizi koptuğumuz doğaya sürekli olarak yeniden bağlar. Onun ölçüsü, bizim dışımızdaki hareketin durumunu verir. Biz doğayla, dış dünyayla ilgilenmediğimiz sürece neler olmuştur? Bunu bilmeliyiz ki kendi tutumumuzu ona göre saptayabilelim, boşluğa düşmeyelim. Ancak zamanı bilerek genel harekete katılabilir, kendimize bir yer aralayabiliriz.


Zaman kavramı bilinçliliğin temel koşullarından biridir. Her bilinç yitiminin hemen arkasından ilk yapılacak iş zaman içinde yeniden konumlanmaktır. Örneğin, insan uykudan uyanınca ilkin saate bakar. Uyku, geçici bir bilinç yitimidir.

Yeniden bilinçlilik demek olan uyanma, önce yeniden zamanın bilincidir. Zamanı bilmekse, insanın kendi dışındaki hareketin temposuyla ilişkisinin yeniden tanımlanmasıdır.


Saate bakıldığı anda kopma süresi ve bağlanma anı saptanmış olur. Kuşkusuz uyandıklarında saate bakmayanlar da vardır: Çalışma konularını doğrudan belirleyenler ya da kısıtlılar. Ama az çok onlar da zamanı bilirler. Sabah mı, öğle

mi, akşam mı? Işığın ve seslerin durumundan kestirilebilir. Doğanın ve toplumun belirtilerinin yanında, bir de bedenin sezgisi vardır. Doğal ve toplumsal ritimle birlikte, biyolojik ritim de zamanı belirleyen etkenlerden biridir. Bu nedenle

zaman, ilk elde, insanın tüm doğaya ve insanlığa göre; insanlığında, doğaya ve kendine göre her an yeniden konumlanmasıdır.


Çevremizde bulunarak bizi doğrudan etkileyen olguların birçoğu geçmişin bir ürünü durumundadır. Biz onlarla birlikte yaşıyoruz. Bu olgulardan bir bölümünü, bizim düşüncelerimizin ve davranışlarımızın parçası olarak ve dolayısıyla bir doğallık biçiminde kavrarız. Onların varlıkları bizim için bir sorun olmaz. Bu yüzden, birçok olgunun, sürecin ayırdında bile olamayız. Giderek, bazen dış etkilerin aşırı zorlamasıyla, bütün gücümüzü dış engellerle uğraşıda tüketerek, kendimizin bile ayrımına varamayız. Bu nedenle, kendisiyle cepheden, dolaysız biçimde karşılaşanlarımız çok azdır. Çoğunlukla ve sürekli olarak kendimizden kaçarız. Madde ve ruh olarak, hem tür hem de insan teki olarak bir yandan uzak bir yandan da yakın geçmişin bir ürünüyüz. Ama bu, doğrudan geçmişin bir sonucu olduğumuz anlamına gelmez. Çünkü her zaman bir adım ötede, geçmişten kopup onu yeniden yorumlayan aşma iradesi olarak da ondan ayrıyız. Bu yetenek, bize her an yeniyi yaşama olanağı verir. Geçmişin hemen arkasındayız,

ama ondan çok da ilerdeyiz: Yeniliğimiz, yaşadığımız anı geçmişten farklı tanımlama, yeniyi gereksinme ve üretme becerimize bağlıdır. Bu yetenek ise, yaşananı biriktirme, deneyimi aktarma, bir üst katta içerme ve bir yaşama aracı durumuna getirme ile oluşur.


Zaman kavramına yol açan, karşımıza boyuna farklı durumların çıkmasıdır. Yan yana duran farklı nesneler, olgular mekanı; bir nesnenin kendi içinde farklılaşması ise zamanı doğurur. Ama asıl olan, zamanı gereksinen ve ancak zaman aracılığı ile tamamlanan bir öznenin gereksinimidir. Bir özneyi var eden de öncelikle bellektir.


Kendindeki doğadan ayrı olarak bellek, bir önceki anı kaydedebilme ve öteye aktarabilme yeteneğindedir. Süreklilik duygusunu yitirince, büyük bir paniğe kapılırız. Arka arkaya gelen iki olay arasında, bir bağ kuramazsak ürkeriz. Gözlediğimiz bir olayın arkasından gelecekleri bilmek isteriz. Bir olayın arkasından olacaklar, belirsizse bundan rahatsızlık duyarız. Oysa birbirini izleyen olaylar arasında neden sonuç ilişkisi kurabilmek, bizi hoşnut eder. Bu tür nedensel bağlar, bize olasılıkları değerlendirme ve olabilecekler konusunda önlem alma şansı verir. Bir olay daha ortaya çıkmadan, onu öngörebilmiş ve hazırlıklarımızı yapmışsak bu bizi rahatlatır. İnsanın her zaman temel kaygısı, varlık koşullarını güvencelemek ve geliştirmek olmuştur. Bu, çoğu kez insan yaşamının büyük bölümünü kapsayan etkinliklerin bütünü demektir. İnsan bir yandan daha elverişli koşullara yönelirken, önce, var olanları kalıcılaştırmak ister. Sürekliliğin

temelinde de bu duygu vardır. Bu nedenle süreklilik ve ona bağlı zaman kavramı güvenlik gereksinimine sıkı sıkıya bağlıdır. Önce yeni karşılaştığımız bir durumu, sonra bir adım ötesini, giderek daha da ilerisini bilmek insanın vazgeçilmez tutkusudur. İnsan nesnedeki, çevredeki hareketi aşama aşama bilmek ve onu. etkilemek ister. Zaman bu yüzden çevremizdeki hareketin, değişimin ve çeşitli olasılıkların bilincidir. İnsan, hareketi yönlendirebilir duruma gelince, bir bakıma zamana da egemen duruma gelir.


İnsanın zamanı bilme gereksinimi, onun kendini güvencede duyumsama isteğiyle yakından ilişkilidir. İnsan şu uçsuz bucaksız evrende, sürekli olarak kendine sağlam güvenli bir yer arar. Bu öncelikle mekan duygusunu oluşturur. Ama mekan, yalnız başına bu gereksinimi karşılayamaz. Çünkü bir mekan, çeşitli dönemlerde hep aynı güvenlik düzeyine sahip olamaz. Bu yüzden insan, bir zaman kavramı eşliğinde kendi dışındaki hareketin tümünü ifade edebilecek bir birleşik değere sahip olmak ister.


Zamanı hep şimdi, şu an olarak yaşarız. Soluk alıp verişimiz içinde bulunduğumuz andadır. Geçmiş yangından arda kalan bir küldür. Şimdi ise sürekli yanan bir ateştir. Gelecekse aleve doğru yönelirken yüreğimizdeki ürkü, bir yanma potansiyeli.

Zamanı her an tüketiriz. O da her an yeniden üreyip bizi içine çeker. Hem, eğer olanakların bilincindeysek müdahalemize açık, isteklerimizle uyumlu; hem de her an yitirdiğimiz, denetimimizin dışına çıkıp kesinleşen,

isteklerimize direnen, bizi belirlemeye yeltenen. Zamanı gereksindiğimiz, önemini anladığımız anda yitirmişizdir. O sürekli olarak tükenen, tüketilen bir kaynaktır.


Dünyaya geldiğimiz anda bize ait olan süreyi tüketmeye başlarız. Ama bazen zamanın geçmediği durumlar da

söz konusudur. Zamanı doldurmanın temel sorun olduğu mekanlar ve dönemlerle sıklıkla karşılaşılabilir. Üstelik zaman bir yanıyla üretilmesi olanaksız bir değerdir. Ancak gittikçe gelişen nitelikli bir hareket yeteneği onun kıtlığına çare olabilir.


Zaman yoksa, artık çok geçse her şey geçmişte olup bitirmiştir. Bu durumda yapılacak bir şey yoktur. Biraz çabalarsak belki olup biteni anlayabiliriz. Zamanı yitirmek, yalnızca bugünü değil, hem bütün bir geçmişi, hem de boydan boya geleceği yitirmektir.


Günümüzde tarihin, geçmişten geleceğe giderken bugünde somutlanarak var olduğu görüşü zayıflamaya başladı. Tarihin eskiden sanıldığı gibi, içinde bulunan

anla özdeşleşerek dışa vurulduğu kanısı, etkisini gittikçe yitirmektedir. Ne bugün geçmişin doğrudan bir sonucudur, ne de gelecek bugünden belirlenecektir. Bu, bütün zamanı bugüne sıkıştırma çabasının bir sonucudur.


Zaman anlayışında köklü bir değişikliğin olduğu görünüyor. Bugüne dek çizgisel bir yol izlediği düşünülen zaman, şimdi bu niteliğiyle kolaylıkla tanımlanamıyor.

Bunda en başta, hareketin yeni biçimleriyle karşılaşmamış olmamız önemli bir etkendir. Gelişmenin biçimleri ve temposunda, daha önceki algılama düzeyimizi aşan yeni bir boyutlanma ortaya çıktı. Zaman, onu tanımlamaya çalışanın konumuna ve çevresindeki harekete de bağlıdır. Önce ve sonra, geçmiş ve gelecek, dün ve yarın nitelemeleri, hep gözlemciye göre değişen değerlendirmelerdir.


Geçmişte, zamanı çizgisel biçimde algılamamızı sağlayan şey, gelişmişlik düzeyimize bağlı olarak, karşımıza sürekli olarak varlık yokluk ikilemelerinin çıkması (yada bizim öyle sanmamız) ve bizim ancak seçeneklerden

birinde yaşama şansımızın olmasıydı. Çürümüş olana karşı, diri ve gelişmekte olan yeniyi seçmek yaşamsal bir zorunluluktu. Bu seçimleri arka arkaya getirdiğimiz-

de ise herkesin sonuç olarak yürümek zorunda olduğu bir varolma ve gelişme ekseni belirmekteydi. İşte zaman, yenilerin birleşmesinden oluşan ileri doğru düz

bir çizgiyi izlemekteydi. İnsanlık ortaya bütünlüklü tek bir yaşam deneyi çıkarabilmişti. Karşısına çıkan keskin ikilemleri, yalnızca bir doğru seçeneği olan sorunları çözmek zorunda kalmıştı. Önüne çıkan iki yoldan ancak birinden giderse yaşamını sürdürebilirdi. Bu durum geçmişe ve dolayısıyla geleceğe gerekirci bir yaklaşımla bakılmasına neden olmuştu. Ama şimdi, ortaya çıkan

yeni olanaklarla başka deneyler de yaşanabilir. Geliştirilen yeni araçlarla insanın önüne yaşamsal önemde ve tek seçenekli sorunlar gelmesi önlenebiliyor.


İnsanların kendilerini özgürce gerçekleştirdiği ve başkalarının yaşam alanını daraltmayan değişik deneyimler yaşama olanakları artıyor. Bu deneyimler de kalıcı olabilir. Kendilerini yeniden üretecek koşulları şimdiden edinmişlerdir. Eştürdenleşme yerine çeşitlenmenin baskın çıkacağı anlaşılmaktadır. Her yaşam deneyimi geçmişi kendinin sayabilir. Geçmişten ancak tek bir gelecek

çıkacağı görüşü hızla geride kalmaktadır. Çeşitli deneyimler geçmişi kendi tarihine dönüştürüp içerebilir.


İnsanlık tek bir serüven zorlamasından kurtulmuş, çok çeşitli serüvenleri yaşayabilecek bir eşiğe gelmiştir. Bu gelişmenin ilk sonuçlarından biri, insan zihninin temel kategorilerinden biri olan zamanın doğrusal aktığı kanısının sarsılması olmuştur.


Zaman, diğer kategoriler gibi insan düşüncesinin bütün bir gelişme tarihi boyunca deneyiminden damıttığı kavramlardan biridir. Her insan bu temelde, kişisel yaşamında da bir zaman anlayışı geliştirir. En özgün deneylerden biri olan sanatsal etkinlik ise, kendisine özgü bir kavramı üretir. Sanatta zaman, bir de kişisel düzeyde kurgusaldır. Her anı eş yoğunlukta olmayan, hepsi kendi içinde bütünlüklü, çeşitli bölümlerden oluşan bir zaman anlayışı. Sanatın zamanı, tüm doğanın ve onun üzerine yerleşen insan yaşamının ortalama hareketinden, hareketin ruhundan oluşan zaman yerine, keyfi belirlemelerden, seçilmiş anlardan oluşan bir zamandır.


Bir anın içinde yaşamın özünün yoğunlaştırılması, bir anın alabildiğine genişletilip bütün yaşamı kapsayacak bir mekana dönüştürülmesi. Yaşam bir ana sığar, bir an

gibi gerçekleşir. İnsan zihni, özellikle yitirildiğinde, zaman karşısında direnişinin bir biçimi olarak onu dondurur. Öteki anlara geçmesi gerektiğinde, bu kez süreklilik içinde geçiş yerine, sıçrama bir zorunluluk olur. Zaman yoksa, bütün mekan tek bir noktaya kapanabilir. Zaman bir yanıyla mekanın ölçüsüdür. Işığın, bir uzaklığı göz ardı edilebilir bir zamanda kat ettiği durumlarda, ki bu durum hemen hemen dünyadaki etkinliklerin tümünü kapsar, mekan zaman ilişkisi tam anlamıyla ayrımsanamaz. Ama, yıldızlar arası uzaklık, ışık yılı gibi bir zaman ölçüsüyle saptanır. Eğer bütün madde karadelik örneğinde olduğu gibi bir noktada toplansaydı, o durumda bir zaman kavramına ulaşılamazdı. Zaman,

bu nedenle mekanın genişliğiyle yakından ilgilidir. Sanat, değişik zamanlardaki olayları bir çağrışım zincirine, düşünce akışına dizerek, bir mekanda ve bir anda

güçlü bir yaşam imgesi oluşturabilir. Buna olanak veren öncelikle bellektir. Bellek geçmişi sürekli olarak eleyip, biriktirebilir. Şimdilerde yaşanan anı sürekli saptayabilen araçları günlük yaşamımızda da kullanabiliyoruz. Belleğin yükünün hafiflemeye başladığı söylenebilir.

Zamanın o çizgisel akışını büken, kıran; kesintisiz gidişini çözen, ayrıştıran çeşitli düzenekler içinde en

amansızı bellektir. Bellek bütün akışı çökeltir, ayıklar, yeniden kurar, yapılaştırır. Bütün yaşamı yeniden üretebilecek biçimde depolar. Yeni bir gerçeklik katı oluşturur. Bu katın itici gücü ise çağrışımdır. Bellekte saklanan bir anı, orada bulunuşunun gerekçesine bağlı bir çağrışımla yeniden su yüzüne çıkar. Bu nedenle bellek için sürekliliklerden, öykülerden çok anlar, görünümler vardır. Bu anlarda çeşitli öğeler, bütünsel bir yapı oluşturacak biçimde, birbirleriyle iç içe geçmiş durumda bulunurlar. Bu yüzden bellek, bir film arşivi olmaktan çok bir resim deposu gibidir. Tabloların karanlık yüzüne çağrışım ışığı düşmelidir ki, geçmiş yeniden üretilebilsin.


Zaman öncelikle bir mekandaki nesnede, nesnelerin hem iç süreçlerinde, hem de birbirlerine göre konumlanışlarında ve yer değiştirmelerinde izlenebilir. Bir

mekanda bağlam ise, o alanda bulunan bütün öznelerin oluşturduğu yaşama biçimiyle belirir. Zaman duygusu, nesnelerin, olguların farklı süreçler ve salınımlar

yaşamasından kaynaklanır. İlkin herkesin başlangıç noktası farklıdır. Bu çakışmayı ve herkesin aynı anlamı yakalamasını önler. Anlaşmanın ve iletişimin büyük bir çaba gerektirmesi bu yüzdendir. Her şey bizimle başlayıp bitseydi, çevremizdeki hareketin temposuyla bizimki çakışsaydı, zaman bu kadar keskin bir sorun olarak karşımıza çıkmazdı. Mekanın gelişmesi, değişik başlangıç noktaları ve bizi aşacağı açık olan bitim noktaları, insanı kendi geçiciliğine karşın, dünyanın

kalıcılığı düşüncesine götürür. Kuşkusuz ki zamanın asıl çerçevesi insan ömrüdür. İnsan ömrünün sınırlı olmasına karşın, insanın ürettiği çeşitli nesneler

bazen yüzyılları aşan direnişlere sahip olabiliyorlar.


Zamana dayandıkça da, zaman ve mekan kültürümüzün temel öğeleri oluyorlar. Bir alana yüzyıllardan beri bakan tarihsel bir yapı, o kadar süreyle yaşayanların

tanığıdır, günlük yaşantıların bir parçasıdır. Oysa, kendi dışındaki nesneler, gittikçe hızlanan periyotlarla değişmektedir. Günlük yaşamın bir parçası olduğu tam ayrımsanamıyor ama, bir tarih bağlamı oluşturulabilir ve izlenirse, bu yapılar aracılığıyla, insanın önünde bir zaman koridoru açılabilir.


Zaman değişimle ölçülüdür. Ama bu değişim, yinelenen, salınım aralığı gittikçe açılsa da, sınırları bilinen ya da bir adım ötede kestirilebilen bir niteliktedir.

Burada, merkezde bulunan insanın, değişim üzerinde mutlak bir denetime sahip olması gerekir. İnsan kendisiyle her an çakışabilmeli, özdeşleşebilmelidir. Oysa bugünkü değişim temposunda, insanın kendi imgesini geliştirebilmesi gittikçe zorlaşmaktadır. Geçmişte de kendimizle aramızda derin bir ayrılık vardı.

Öncelikle, bilinç, bilinçdışı bölünmesi giderilemiyordu. Bilinçdışını saydamlaştıramıyor, oluşturduğu ters basıncı ortadan kaldıramıyorduk. Bu, sürekli olarak geçmişin yaşanmasının, geçmişle bugünün karışmasının temel nedenlerinden biriydi.


Diğer yandan, insan, bilinçli eyleminin sonuçlarını kendi yapısına katıp güçlenemiyor, kendisini belirleyen koşullara egemen olamıyordu. Değerin kaynağı olduğu halde ürettiğinin karşısında güçsüzleşiyordu. Ama yine

de, bu iki parçalanma aslında yüzeydeydi. Gerçeklik temelde bütünseldi. Birinde psikanaliz, ötekinde politika bütünlüğü yeniden sağlayacak etkinliklerdi. İşte

gerçekliği tümüyle içine alıp doğrusal biçimde yol alan zaman kavramı, daha çok bu bütünsel gerçek imgesine dayanıyordu.


Zamanı hep mekandaki bir ötelenme, bugünden yarına giden, bazen eğilip bükülen ama çoğunlukla düz bir çizgi olarak kavramak eğilimindeyizdir. Bir noktadan öteki noktaya gitmek, bir süreyi de tükettiğinden, zaman, yol almak imgesine yapışıp kalmıştır. Oysa, yaşadığımız anı, yol alırken geçtiğimiz bir nokta gibi geride bırakmayız. Yaşanan, elverişli bir kayıt düzeneği varsa, sürekli olarak bizde kalır. Kuşkusuz bir elenme de olur ama çizgisel olmayan birikim süreklidir. İnsan geçmişi hep içinde taşır. Geçmiş bu yüzden ortadadır, merkezdedir. Hele bilinçdışına kilitlenmiş geçmiş hiç elenmez.


Ele de geçirilemez, bugünü durmamacasına kendi kuyusuna çeker. Bu yüzden, zamanı bazen dışarı, bazen içeri doğru dalgalanan ama çoğunlukla, genişleyen halkalara benzetmek daha doğru olur. Belki de bu nedenle, onun dışına bir türlü çıkamayız.

Comments


bottom of page