Bir adım öteye geçebilmek için mutlaka düş gereklidir. Yeniye ulaşabilmenin tek yoludur düş. Düş kuramazsak süregelen koşulların tutsağı oluruz. Düş beni başarı için gerekli koşulların yaratılmasından alıkoyuyor mu?
Yoksa başarıyı düşlemek başarıyı kolaylaştırır mı? Bunun kesin yanıtını bulmuş değilim.
Ben o bakkalın önündeki düz yolda bir o uca bir bu uca gidip geliyorum. Zaman geçiyor, akıyor. Yaşıtlarımın hiç biriyle karşılaşmıyorum. Çünkü kış, sürekli sigara içiyorum.
İnsanın kendinden gençlerle arkadaşlık etmek zorunda oluşu çok kötü. Böyle durumlarda çoğunlukla köklü arkadaşlıklar da kurulamıyor. Yeni gençlerin dertleri tasaları onlar için daha yeni. Aynı tasalar benim için de olmasına karşın yıllanmışlar artık kurumlaşmışlar. Çözümleri ertelenmiş bir yığın başka sorunla birleşmiş bütünleşmiş ve yaşamımın üzerine bir karabasan gibi çökmüşler. İlk ortaya çıktıklarında üzerlerine korkmadan gidebiliyordum. O zamanlar böylesine örgütlü değillerdi. Yıldırıcı etkileri yoktu. Yenilgiler tarihimin sayfaları çoğalmamıştı. Güvensizlik ve karasızlık duyguları davranışlarımın tek belirleyicisi durumuna gelmemişti.
Bu kez olmadıysa bir sonraki vardı. O da olmazsa bir sonraki. Ne yazık ki daha sonrakiler de hep olmadı. Bugüne gelinceye dek umdum, sürekli. Başarısızlık beni yıldırmıyor, kamçılıyordu. Bir gün mutlaka başaracaktım, inanıyordum buna. Usanmadan çalışma programları yaptım. Programları tam uyguladığımı söyleyemem. Ne de olsa uygulama ile düşünce her zaman birbiriyle çakışmaz. Ama bu konuda büyük çaba gösterdiğim yadsınamaz. Çevremdekiler şaşırıyorlar bu duruma. Başta ailem sonra komşular arkadaşlar.
“Bu çocuk aptal sayılmaz” diyorlar. “Çalışıyor da neden başaramıyor?” Gerçi bazı arkadaşlarım beni ciddiye almıyorlar. Çalışma programlarımı düş ürünü olarak niteleyenler var. Evet gerçekten öyle biraz fazla düş koruyorum doğru bu. Düşü insanın en büyük özelliği sayarım. Yaratıcılığın kökenidir düş. Gerçekliğin bilince tek yönlü bir yansısı, bizi nereye götürür?
Maddi gerçekliğe ilişkin şimdiye dek edinilmiş bilgilerin tümüne sahibiz diyelim kazancımız ne olur? İleri doğru tek bir adım atamayız. Bir adım öteye geçebilmek için mutlaka düş gereklidir. Yeniye ulaşabilmenin tek yoludur düş. Düş kuramazsak süregelen koşulların tutsağı oluruz. Düş beni başarı için gerekli koşulların yaratılmasından alıkoyuyor mu? Yoksa başarıyı düşlemek başarıyı kolaylaştırır mı? Bunun kesin yanıtını bulmuş değilim.
Benim dışımda benden bağımsız oluşturulmuş bir ortamın içindeyim. Bu koşullarda kendimi kabul ettirebilmek için öznel etkinliğimi ortaya koymalıyım. Ancak şunu da açık yüreklilikle ortaya koymalıyım ki öznel etkinliğimin tek alanı düş kurmak. En çok karşı çıkılan yanım bu. Beni havalarda uçmakla suçluyorlar. Bu biraz doğru ama eksik. Bazen havalarda uçuyorum ama daha çok derin deniz diplerinde boğuluyorum. Sonra düşleyip de ne düşlüyorum sanki. Benimkisi çok doğal bir özlem. İçinde bulunduğum durumda olan herkesin tek özlemi. Her sene bana gelen puan kartında kazandığı fakülte ya da yüksek okul bölümü boş kalıyor. Bir sözcük yeterli oysa. Birkaç kez bilgisayar yazısına öykünerek içimde sakladığım kimselere açıklayamadığım mesleğin diplomasını veren fakültelerden birinin adını yazmıştım, kimseye göstermeden. Hemen bir sigara koyup ağzıma önce sigarayı sonra kağıdı yakmıştım. Düş sever suçlamasına kendi elimle kanıt sunmam aptallık olurdu.
Bütün bir yıllık emek, çaba üç dört saatlik bir süre içinde ve son derece sağlıksız biçimde ölçülüyordu. Sınavın sağlıksız yapısı beni bazı kural dışı yolları düşünmeye zorluyordu. Bu konu üzerinde o kadar çok düşündüm ki ve o kadar çok kişiye söz ettim ki tasarılarımdan beni delirmek üzere olan bir genç olarak tanımladılar. Giriş sınavının haksızlıklarla dolu akıl dışı yapısı hep göz ardı edildi.
Suçlamalar doğrudan benim kişiliğimi hedefli- yordu. Bunları ciddi bir tartışma ortamında karşılamam olanaklı değildi. Çünkü bu ortam bir türlü kurulamıyordu. Alaylı biçimde yöneltilen nitelemeler sinirlerimi bozuyordu ya, bunu kimseye belli etmemeliydim. Onlara verebileceğim en güçlü yanıt doğrudan başarının kendisiydi.
O uzun düz yolda dolanıp duruyorum. Ben aynıyım, çabam aynı, umutlarım aynı. Fakat çevremdekiler sürekli değişiyor. Büyüyor daha dünkü çocuklar liseyi bitiriyorlar, üniversitelere gidiyorlar. Ben hala aynı limandayım. Her sene bir gemi geliyor, yaz sonunda alıyor onları. Büyük neşe içinde beni selamlıyorlar. Gemi limandan ayrılırken el sallıyorlar. Özellikle yüzlerindeki ifadeleri inceliyorum. Küçümseme ve acıma duygularının belirtilerinin var olup olmadığını araştırıyorum. “Durun” diyeceğim geliyor. Beni de alın gemiye. Ben çektiğim acıyla yorduğum kafayla geceleri gördüğüm karabasanla hak ettim bunu. Suç onların değil.
Bir kez daha boşalıyor mahalle. Son gidenlere alışmıştım. Onlarla birlikte gideceğimi umuyordum. Şimdi ise daha küçüklerle yarışmaya hazırlanacağım. Ama eski istek yok bende. Başarısızlıkta deneyimliyim artık. Uzmanıyım bu işin.
Beş yıldır çözülemeyen düğüm, geçen zamanla daha çok karışıyor. Çözümsüzlük yaşamımın her anında karşımda bulunuyor. Başka hiçbir şey beni ilgilendirmez oluyor. Yaşamım tek boyuta indirgeniyor. Oysa yaşam sayısız kanaldan görkemli bir biçimde akıyor. Ben bu kanallardan yalnızca birindeyim ve tıkanmış kalmışım. Tek bir alandaki başarısızlık yaşamı bütün boyutlarıyla kavramamı engellememeliydi. Bunu seziyorum. Bana bir yol gösterici gerekliydi sezgiyi bilince dönüştürebilmek için.
Evet, bana içinde bulunduğum duruma ilişkin bir çok uyarı yapıldı ama hiçbiri olumlu yönde etkileyemedi beni. Doğru şeylerdi söyledikleri, onlara hak verdim. Ama yalnızca hak verdim. Sanıyorum ki benden istedikleri tek şey onlara verdiğim haktı. Haklısınız dedim onlara. Uyarlar, açıklamalar anlatılanlar hepsi bir anda sona erdi.
Yıllardır çektiğim acı hem de kaynağı ortadan kalkmaksızın bir uyarı ile sona erecekti. Olacak şey mi?
Gerçi böylesine içinden çıkılmaz bir ruhsal durumun ortadan kalkışı tek bir olayın gerçekleşmesine bağlıydı ya. Nasıl oluyor da bu denli basit bir sorun koskoca bir yaşamı baştan başa etkiliyor; onu zoraki yaşanan bir süreç durumuna getiriyor. Bazen düşünüyorum da üniversiteye girsem bile bu kötümser havadan kurtulamayacakmışım gibi geliyor bana.
Yaşama sevincim kalmadı artık. Dolu dolu güldüğüm kahkahalarımın ortalığı çın çın öttürdüğü günleri bilirim. Yaşam dört elle sarıldığım yaşama sevincimin beni geceleri uyutmadığı zamanları anımsarım. Uykuyu yaşamın dışında bir süre olarak düşünürdüm. Yüreğimin güm güm atışı ve bunun bilincinde oluşum yeterdi bana.
Sabahları yataktan fırlardım. Bedenimin her noktası devinime geçmeye hazır, neredeyse taşacak enerjiyle dolu olurdu. Gövdem boşanmaya hazır, gerilmiş bir yay gibi olurdu. Şimdi tam tersi söz konusu. Sabahları kalkmak gelmiyor içimden. Gene gerilmiş ve boşanmaya hazır bir beden parçam var. Bu kez kafam. Gövdemin tüm devinim yeteneği kafamın içindeki karşıt düşünceler arasına çekilmiş fakat işin acıklı yönü hiçbir şey çözemiyor. Enerjim kafamın içinde boşuna tükenip gidiyor.
Pencereyi açtığımda kuşların ağaçlarda cıvıldayışları bana sınırsız bir yaşama isteği aşılardı eskiden. Şimdi sabahları bile pencereyi açmıyorum. Seslerini duymuyorum. Kuşlar yine ağaçtalar. Bazen izliyorum onları daldan dala sıçrayışları, kondukları yerlerde sürekli denge arayışları saçma geliyor bana. Ne gerek var bir yığın ardı sıra gerekçesiz, uçma, konma ötme eylemine. Bir kısır döngüyü çağrıştırıyorlar bana. Öyle görünüyor ki kendilerine verilmiş bir davranış listesini uyguluyorlar, ona göre yaşıyorlar.
Bana da bir davranış ve görev listesi verilmişti bir zamanlar, bundan beş sene önce.
Haydi bakalım. Liseyi bitirdin, üniversite sınavına hazırlanmalısın. İşte sana büyük bir engel. Buraya dek gelişin önemli değildi, önemli olan bundan sorası. Tüm sorun bu engeli aşabilmekte. Davran bakalım, dene bakalım.
Birincisi olmazsa da önemi yok. İkincisi üçüncüsü beşincisi var. Var evet, ama bu arka arkaya kısa zaman aralıklarıyla olmuyor ki. Birer sene arayla koca sene de bir kez. Şimdi o koca koca yıllardan bana bir yürek burkulmasından başka nedir ki?
Öyle ki o seneler sınavlara giriş sırama göre tanımlanmaya başladı. Bir seneden söz ederken “Ha tamam ben de o yıl sınava üçüncü kez girmiştim” diyorum. Böylece bir kız arkadaşımın ne zaman nişanlandığı ortaya çıkıyor. Senelerim kötü, durumum da kötü.
Ben yalnız adam, başarısız, umarsız, çözümsüz adam. Yitik, şaşkın, acılı, sevgisiz, donuk, durgun, umutsuz adam.
Çevremle sağlıklı bir ilişkim, kimseyle sağlam bir bağım yok. Çevremden kendimi bütünüyle kopuk algılıyorum. Bu olanaksız olsa da. Bir takım ilişkilerin içindeyim doğal olarak. Ama ilişkilere kendimi bir bütün olarak katamıyorum. Çevremdekiler bana anlayışlı davranmıyorlar. Beni anlamaları için yoğun çaba bekleyemem kimseden. Herkesin de benimki ölçülerinde olmasa da kendine özgü dertleri var. Kimsenin sıkıntısı benimki gibi değil ama. İşlerini güçlerini bıraksınlar benim sıkıntımla uğraşsınlar benim derdimi kedi dertleri bellesinler. Bu olanaklı mı. Üniversiteden tatillerde gelenler, burada neler olduğunu sormuyor. İlk kendilerini dinleyen bulduklarında büyük kent tanıklıklarını deneyimlerini anlatmaya başlıyorlar.
Bu işin içinden, kendimin içinden ben yardımsız kendim çıkacağım. Yılanın deri değiştirmesi gibi o yıllanmış sertleşmiş kabuktan tazecik, incecik ve tümüyle canlı bir deriyle sıyrılacağım. Devinim yeteneğim artacak, boyutsuzluktan kurtulacağım. Çoğalacağım ve bunun zevki yalnızca bana ait olacak. Bunu başaracağım.
Gerçekte çevremdeki hiç kimse sorunuma dostça kendisine pay çıkarmaksızın eğilmedi. Çevremle ilişkilerimin sağlıksızlığı bundan. Bana değer veren hiç kimse olmayışından. Bana yaklaşımlarında bir türlü içten olamayışlarından.
Bu dünya da elbette yalnız yaşamıyorum. Bazen arkadaşlarla toplanıyoruz. Elbette yazın oluyor bu. Engelleri aşanlar geliyorlar. Aman nasıl değişmişler gelişmişler. Ne denli çok anlatacakları var. Ne denli çok sorunları var. Bir masada çevrelenmiş, kendini öne sürmeye çalışan, varlıklarını yeni öğrendikleri gördükleri ve yaşadıklarıyla kanıtlamaya çalışan bir çok arkadaş.
Ben böyle bir varolama gereksinimi duymuyorum. Çünkü tek bir kanıtlama alanı seçmişim kendime. Henüz eşiği aşamamışım önümde ufuk belirmemiş ki. İşte ben de masanın bir ucundayım, ister varlığımı duyumsayın, isterseniz yok sayın. Ama benden çaba beklemeyin. Benim ölçütüm sizler değilsiniz. Sizlerce boy ölçüşecek durumda değilim.
Acaba öyle mi bir avunma mı bu. Hey gidi sorular dizisi. Ufacık bir gedik bulmasınlar. Hep peşi sıra iziliyorlar gün ışığına çıkmaya. Tüm güçlerini kullanıyorlar. Ben var gücümle direniyorum. Yenilgim kaçınılmaz ama. Böyle olur olmaz yerde ortaya çıkmaları beni perişan ediyor. Hazırlıklı olduğum yalnızken “hadi buyurun çıkın ortaya hesaplaşalım” dediğim zamanlar da oluyor. O zaman pek etkilemiyorlar beni. Ama hiç olmadık yerde ansızın başkaldırışları. İşte böylesi anlarda yüzümün çizgilerini denetleyemiyorum. Yüzümün aldırışsız anlatımı ortadan kalkıyor da onun yerine saldırıya uğramış bir adamın şaşkınlığı ve korkaklığı mı geçiyor? Sanırım öyle. Şuradan anlıyorum ki masada tam karşımda oturan arkadaş sormuştu, büyük kentlerde çok çabuk edindiği varoluşsal sorularla. “Niçin yaşıyorsun?” “Yaşıyor muyum ki?” diyerek soru yanıtla karşılamıştım. Soruya soruyla karşılık vermek, görünüşte kurtarıcı. İlk saldırıyı savuşturuyorsun. Sonra sonra. “Nasıl” bir kıskacın kollarına takılıyorsun. Hareket alanın korkunç bir hızla daralıyor. Ayaklarının altındaki toprak erimeye başlıyor. Hızla aşağılara çekiliyorsun. “Niçin yaşıyorsun?” Aşağılarda da aynı soru. Koca evren tek bir soru. Ama kabul etmek gerekir herkes için zor bir soru. Benim için çok kolay ama çok özel bir soru. Kimselere söyleyemeyeceğim kadar özel: “Üniversiteye girmek için”.
Comments