top of page

MONTAİGNE’NİN İZİNDE

Montaigne, “Gerçek nedir?” sorusuna “Gerçek benim.” diyecek kadar birey odaklı bir düşünceye sahipti. Ona göre her insanda, insanlığın bütün halleri vardı. Eğer insan kendisini tanır ve tanımlayabilirse, aynı zamanda tüm insanlığı da tanımış ve tanımlamış olabilirdi.


Montaigne, kırklı yaşlarının eşiğinde, yaşamın anlamını bulmayı umarak, derin okumalara girişmek amacıyla, şatosundaki kuleye çekildi. Ama istediği okuma ritmini bir türlü yakalayamadı. Oysa uzun süredir kuledeki bu kapanmaya, büyük umut bağlamıştı. Çoğunluğu sevgili dostu Etienne Boetie’den kalan yaklaşık bin kitabı okuyarak kendi kişisel bağlamını üretebileceğini düşünmüştü, ama o günlere dek düzenli bir okuma alışkanlığı edinmediği için, ileri yaşlarda da bunu başarabilmesi zordu.


Okumayla çıkacağı iç yolculuğu, ancak yazıyla gerçekleştirebileceğini kısa sürede fark etti. Bu dünyanın anlamını oluşturma aşamasında belirleyici olanın, önce kişisel bir bağlam üretmek olduğunu çok geçmeden anladı. Okumak, başkasının yazdıklarına tanık olmak değildi yalnızca, kendi bireysel bağlamını oluşturmak için, başkalarının yazdıklarından yararlanmaktı. Yaşlandıkça kendi kendisinden kopmakta olduğunun bilinci, Montaigne’yi önce giriştiği yoğun okumaların da yetersizliği düşüncesine sürüklemişti. Bu sıralarda bir çözüm olacağı kanısıyla yazmaya yöneltmişti. Dağılmak ve erimekten kurtulmak için yazmalıydı.

Dünya bir salıncaktı, bir ucunda gündelik gerçeğe, diğer yanda ise hayal gücüne sıçrıyordu. İnsan, sürekli bir arayış içindeydi. Çevresindeki değişimi kavraması bir ölçüde kolaydı, hem gözlem yapıyor hem de geçmiş birikimden yararlanabili-yordu. Yazdıkları gerçeğe aykırı değildi. Ama bir uçtan öteki uca savruluyorsa insan, sürekli hareket halindeyken çevresinden nasıl gerçekçi izlenimler edinebilirdi?


Montaigne, “Gerçek nedir?” sorusuna “Gerçek benim.” diyecek kadar birey odaklı bir düşünceye sahipti. Ona göre her insanda, insanlığın bütün halleri vardı. Eğer insan kendisini tanır ve tanımlayabilirse, aynı zamanda tüm insanlığı da tanımış ve tanımlamış olabilirdi.


Bütün insanlar aynı insanlık hamurundan yapılmıştı. Olgun okuyucu, başkasının yazdıklarında yazarının düşünemediği güzellikler bulabilirdi. Daha ötede, kendi-sine ilişkin bilgileri, diğer insanları okurken de edinebilirdi. Ama elbette bu bilgiler de sınırlıydı. Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek bile, ancak kendi aklımızla akıllı olabilirdik. Montaigne’nin ilk hedefi kendisini öğrenmekti. İlkesi, kendini tanımak ve bilmekti. Herkes, kendisi için bir dersti. Diğer yandan da, insanın kendini anlat-masından daha yararlı, ama zor hiçbir şey yoktu. Ana ilkesini şöyle yinelerdi: Benim bütün işim gücüm, kendimi incelemek. Herkesin gözü dışarı, benimki içeri doğrudur. Ben içime bakar, içimde gezinirim. İşim, gücüm kendimledir. Kendimi seyreder, kendimi yoklarım. Oysa herkes, kendinden başka şeylerin peşindedir.

Toplum içine çıkabilmek için insanın önce, kendine çeki düzen vermesi gereki-yordu. Bu ise, temelli bir özeleştiri yapmak anlamına geliyordu. İnsan, iyi tarafını da kötü tarafını da titizlikle ortaya koymalıydı. Montaigne, kendini tanımayı, bilmeyi, yeniden düzenlenmek olarak anlıyordu. Yazı, entelektüel etkinlik olarak okumanın önüne geçiyordu. İnsan, ancak kendi kişilik ekseninde yapabilirdi bunu. Eğer sonuçta yaratıcı bir etkinlik gerçekleşecekse bu, bireysel anlam üretimiyle gerçekleşecek, bilgi birikimi ve yaşam deneyimine dayanacaktı.


Montaigne’nin üretiminin ilk dönemlerinde kitaplarla alışverişi, ciddi hesaplaşma boyutlarındaydı. O, iyi yazarların, üzerine fazla abanıp, kendisini yüreksiz etmeleri-nden hep korkmuştu. “Herkes kitabımda beni, bende kitabımı görsün.” diyordu, ama yazdıklarında başka yazarların etkisinin görünmesinden de hep çekiniyordu.

Yazılı olmayan söz dinlenmezdi Montaigne’ye göre. Kitaba geçmedikçe kulak verilmezdi. Bir yerde duydum olmaz, okudum denmeliydi.


Bu yazıyı şakacıktan yazdım da olmaz. Hangi eserinizle anılmak isterdiniz? Eserinizde en önemli bölüm neresidir? Hangi kitabınız hangi denemeniz? Kitaplar sürekli ve kolayca yararlıdır. Her yerde ve ömür boyu elinizin altındadır.

Kitaplar, yaşlılıkta da yalnızlıkta da avuturlar bizi. Hoşlanmadığımız kişilerden kurtarırlar. Su içerken yılan bile dokunmaz gibi kitap okurken kimse bize ilişmez. Sıkıntılı avarelikten kurtarırlar bizi.


Montaigne, “Definelerimdir benim kitaplar, kıskaçlıkla saklarım onları. Yaşam denilen yolculukta benim bulduğum en iyi besinlerdir. Onlardan her zaman keyifle yararlanabileceğim düşüncesi, beni mutlu eder.” der her zaman.

Montaigne’ ye göre önemli olan, bütün zihinsel etkinliğinin “ben”in etkinliği olduğunu anlamaktır. Kendine anlamak, haddini bilmek. Kendine egemen olmak, kendini izlemek. Bütün okumaları, yazmaları da bu çerçevede sürü-yordu. Kitaplardan kendisini anlamaya, yeniden yoğurmaya dönük bir yarar bekliyordu.

Montaigne bir Rönesans insanıydı. Orta Çağ düşüncesinin dağılmakta olduğu zamanın yazarı. Bu dönemde özellikle Antik Çağ Felsefesi, yeniden dolaşıma girerek düşünce hayatına büyük bir canlılık getirmişti. Montaigne’nin de denemeleri, hep bir Antik Çağ önermesiyle başlıyor ya da bitiyordu.

Eşitlikçi tutum o kadar etkiliydi ki düşüncelerinde, “Yalnızca insanlar arasında değil, öteki canlılardan da ne üstte ne alttayız.” diyebiliyordu. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin hem nedeni hem de sonuçlarından biri olan kendini beğenmişlik, yaratılıştan gelen ve sağaltılması gereken bir hastalıktı onun gözünde.


MEHMET SERDAR



bottom of page