1970'LERDE TAŞRADA KADIN SAĞLIĞINDA "EBE-EFENDİLER" DENEYİMLER, SORUNLAR
- Eylül Zeynep Kuşçu
- 14 Mar
- 6 dakikada okunur
Tarih boyunca doğum ve anneliğin kutsallığı zemininde kadınların birbirlerine “el vererek” usta çırak ilişkisine bağlı geliştirdiği ebelik mesleği, doğumun tıbbileştirilmesi ile birlikte birçok açıdan değişime uğramış ve politik bir konuma
sahip olmuştur. İktidarların zamanla bir bütün olarak halkın bedeni üzerindeki politikalarını mikrolaştırarak bireylerin bedenine indirgediği ve tahakküm altına aldığı süreçte doğum ve annelik de politik hâle gelmiştir.
Bu süreçte, iktidarın doğum ve beden üzerindeki tahayyülü, ebelik mesleğini de doğrudan etkilemiştir. Ülkemizde, yön değiştiren sağlık ve nüfus politikaları kapsamında taşrada görevlendirilen ebelerin hikâyesi, deneyimleri ve sorunları;
yalnızlıkları ve mücadeleleri ise tarihe tanıklık edip yazıya dökenlerin zihninde saklı kalmıştır. Bu yazıda size onların hikâyesini anlatabilmeyi umuyorum: Saklandığı yerden haykıran bir mücadele: "Ebe-Efendiler"

Neden Görevlendirildiler?
Ulus devlet oluşum süreçlerinde vatandaşların “üretken” ve “sağlıklı” bedenlere sahip olmaları kalkınmanın ön koşuludur. Bu üretkenlik, erkek bedenleri için doğrudan üretime katılma ve kamusal alanda var olma ile ilişkilendirilirken; kadın bedeni için üretkenlik doğrudan doğum ile ilişkilendirilir. Dolayısıyla ulus devlet oluşumunda kadının vatandaşlığa girişi anneliktir. Aile, istihdam, eğitim, beden, nüfus politikalarında kadınlar ulusun biyolojik üreticileri olarak görülürler. Bu durum Türkiye’de de bağımsızlık savaşı sonrası azalan nüfusun kalkınmaya etkisiyle gündeme gelmiş ve nüfus planlaması meselesi önem kazanmıştır. Kadınların çok çocuk doğurması beklendiği erken cumhuriyet döneminde doğurganlığı arttırıcı (pronatalist) politikalar benimsenmiş ve iktidarın yasalar gibi çeşitli enstrümanları ile bu süreç desteklenmiştir.
1960’lı yıllara kadar kürtajın yasaklanması, gebelik önleyici yöntemlere ilişkin ilaç vb. tıbbi gereçlerin ithalatının yasaklanması, isteyerek düşük yapanların ve yaptıranların hapis ile cezalandırılması ve çocuk sayısına bağlı olarak çeşitli teşvik ve yardımların yasallaştırılması gibi süreçler, doğrudan iktidarın kadın bedeni ve sağlığı üzerindeki tahakkümünü kanıtlar niteliktedir.
Nitekim doğurganlığı arttırmaya yönelik geliştirilen nüfus ve sağlık politikaları, nüfus artış oranlarını istenen seviyeye taşımış olsa da 1950’li yıllara gelindiğinde kürtaj yasaklarına rağmen kadınların tıbbi ve güvenilir olmayan çeşitli yöntemlerle istenmeyen gebelikleri sonlandırdıkları ancak bu işlem sonucunda kadın ölüm oranlarının azımsanmayacak çoğunlukta olduğuna dair araştırmalar gündeme gelmiştir.
Bununla birlikte, doğurganlığı arttırıcı politika sonucunda kadınlardan çok çocuk doğurması beklenmesine rağmen, sağlık hizmetlerinin ülke genelinde yetersiz oluşu doğan bebekleri hayatta tutmaya yetmemiştir. Kadınların sağlık hizmetlerine erişiminin kısıtlı olması, artan nüfus için belirlenmiş bir kalkınma planı oluşturulmaması gibi sorunlar 27 Mayıs Hareketi sonrasında Milli Birlik Komitesi’nin gündeminde yer almış ve nüfus ve sağlık politikaları yön
değiştirmiştir. 1960’lı yıllara dek devam eden nüfus politikası, yerini doğurganlığı azaltıcı (antinatalist) politikalara bırakmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yasaklanan tüm bu olgular, üstelik pek çok kadının kürtaj için tıbbi destek alamadığı ve hayatını kaybettiği bir ülkede, birden bire yasanın değişmiş olması toplumda gerçekten geçerli olabilir mi? Ya da yasa koyucular bu yasanın uygulanmasına ilişkin denetlemeyi nasıl gerçekleştirebilir?
Elbette öncelikle şunu belirtmek gerekir, iktidar yasada gerçekleştirilen bu değişikliklerin hiçbirini kadınların daha özgür olması ya da kürtaj yaptıramadıkları için ölmeleri sebebiyle yapmamıştır. Ülkedeki çalışmayan nüfusun kalkınmayı tehdit etmesi sebebiyle tarihinde ilk defa Türkiye doğurganlığı azaltıcı politika gütmeye karar vermiştir.
Nüfus ve sağlık politikalarında gerçekleştirilen değişiklik sonucunda iktidar, hem sağlık ünitesindeki hem de evdeki kadına muhtaç hâle gelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren nüfus üretimi beklenen kadınlardan bu kez kalkınmaya engel teşkil eden nüfusu dengelemeleri beklenmiştir. Bu kapsamda 1961 Anayasası ile gündeme gelen 224 Sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun” ile ebeler “cinsellik” kelimesinin dâhi kullanılamadığı taşrada aile planlaması, anne-çocuk sağlığı, gebelik önleyici yöntemler ve üreme sağlığı
üzerine görevlendirilmişlerdir.
Deneyimler ve Sorunlar
Nusret Fişek önderliğinde oluşturulan yeni sağlık politikalarının yasallaştırılması ile birlikte, halkın sağlık hizmetlerine erişimi kapsamında birinci basamak sağlık hizmetleri önceliklendirilmiş ve ilçe ve köylere ulaşacak hizmetler için “Sağlık Ocağı” ve “Sağlık Evi” konsepti hızlı şekilde tasarlanmıştır. Sağlık evi konsepti doğrudan 3000-4000 nüfusa / 13-14 köye hizmet veren tek ebeli sistem olarak oluşturulmuştur. “Sağlık Evi” isminden de anlaşılacağı üzere, bir odanın ebenin yaşam alanı diğer odanın ise enjeksiyon odası olarak tasarlandığı bu yapı; bölge halkının kendi evi gibi istediği saatte ve durumda ulaşabileceği bir sağlık hizmeti sunmayı hedeflemiştir. Sağlık hizmetinde sosyalleştirme sürecine ilişkin literatür tarandığında ve yalnızca kâğıt üstünde bu süreci incelediğinizde, halka sağlık hizmetinin yerinde ve ücretsiz olarak götürülmesinin olumlu yanları zihninizde canlanacaktır. Nitekim tarih yazımında iktidarın ve gücün kimin elinde olduğuyla doğrudan ilişkili olan bu süreç, ebelerin deneyimledikleri sorunları ve teorideki sağlık hizmetlerinin sahadaki yansımasına ilişkin gerçek ve olumsuz yönlerin gizlenmesine sebep olmuştur. Bu kapsamda, tek ebeli sistem ve sağlık evlerinin taşradaki yansımalarının tarihte saklandığı yerden çıkarılmasını hedefleyerek feminist bakış açısıyla 1970’lerde taşrada kadın sağlığında “Ebe – Efendiler” in deneyimlerine ve sorunlarına ilişkin on ebe ile görüşmeler gerçekleştirildi.

Sağlık Hizmetlerinde Sosyalleştirme Kanunu kapsamında sağlık ocaklarında ya da sağlık evlerinde ebe olarak görevlendirilebilmenin koşu-
lu, bugün orta okul düzeyine denk düşen ebelik okullarından mezun olunmasıydı. Burada üç yıl devam eden teorik ve pratik eğitim sonrasında görevlendirilen ebeler, gerçekleştirilen görüşmelerde aldıkları eğitimlerin taşrada tek başına
görev yapmaya yeterli olmadığını ve niteliksiz eğitimin yetersiz mesleki deneyimle bir araya geldiği bu durumda mesleğin ilk zamanlarında
ciddi bir zorluk yarattığını dile getirmişlerdir.
Buradan bakıldığında, devletin taşradaki gözü olarak görevlendirilen ebeler, henüz patolojik doğumları dâhi yönetmeyi öğrenemeden taşrada yalnız bırakılmışlardır. Bu yalnız bırakılmanın onlar üzerinde yarattığı etkiyi daha iyi
anlayabilmek adına belirtmek gerekir ki; bugün birçok kişi “ebe” kelimesini duyduğunda ninesini ya da köylerde doğumlara yardım eden ihtiyar ebeleri düşünüyor olabilir. Fakat bahsettiğimiz ebelerin birçoğu henüz 18 yaşını doldur-
madan taşrada görevlendirilen ve yaşını doldurmadığı için kendi maaşını dâhi babası ya da sağlık memuru aracılığıyla alabilen ebelerdir.
İkilem şudur ki devlet, “ebe- efendileri” taşrada tek başına 3000- 4000 nüfusun aile planlamasından, anne – çocuk sağlığından, üreme sağlığından sorumlu olacak şekilde görevlendirse de sıra emeğinin karşılığını almaya geldiğinde erkek sağlık memuru veya baba, ebeden daha yetkin bir konumda görülmüştür.
Otuz yedi doğumu başarıyla tamamlayarak mezun olan ebeler, kanunda açıkça belirtildiği üzere belirli fiziki koşulların sağlandığı sağlık evlerinde ya da lojmanlarda meslek hayatına başlayacağı güvencesiyle görev yerlerine tayin edilmişlerdir. Kendi ifadeleri ile “ahırdan bozma” ve hatta daha önce bölge halkı tarafından ahır olarak kullanılan, altı ve üstü toprak harabelerle karşılaşan ebeler, eğitim ve yaş kadar soyut olmayan bu sorunla da mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Tuvaletin olmadığı, tahta kapılar nedeniyle güvende hissetmedikleri bu alanlarda hem çalışmak hem yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Üç yıl boyunca kültür derslerinde bölge halkına nasıl yaklaşmaları gerektiğinden, nasıl giyinmeleri gerektiğine kadar çeşitli eğitimler alan ebelerin köy halkı karşısında oluşturacakları figür, eğitimler aracılığıyla belirlenmiş olsa dâhi bu figürün asgari yaşam standartları sağlanmamıştır.
Bununla birlikte, sosyalleştirme kapsamında hizmet götürülen halk, ebelerin de aktarımları ışığında, ebeler tarafından aktarılan eğitimleri, aile planlaması süreçlerini ve sosyo-kültürel değişimi benimsemeye henüz hazır değildi. Öyle ki, ebelerin ilk tayin yerlerinde karşılaştıkları en önemli sorunlardan biri Kürtçe bilmiyor olmalarıydı. Kendi memleketlerinde çalışmamaları nedeniyle bölge halkını tanımamaları, yaşça küçük olmaları, fiziki koşulların zorluğu, dil bariyeri ve yetersiz mesleki deneyim gibi önemli engellere sahip ebeler bu süreci yaklaşık elli yıl sonra anlatırken dâhi duygulanmış ve öfkelenmiştir. Ebe çantalarında doğum kontrol hapları, kondomlar ve çeşitli aşılarla aynı dili konuşamadıkları evlere gezici görevlendirilen ebeler, herhangi bir araç tahsis edilmemesi nedeniyle sorumlu oldukları köylere atlarla ve katırlarla ulaşmak zorunda kalmışlardır. Bahsedilen atlar ve katırların bölge halkına ait olması ve ulaşıma yönelik başka herhangi bir yolları olmaması nedeniyle bölge halkının ihtiyaçlarına her koşulda yanıt vermek zorunda kalan ebeler bu durumu çeşitli örneklerle açıklamışlardır. Bölge halkının tüm sağlık ihtiyacının takibi ve tedavisini üstelenen ebeler; aynı zamanda otopsilere katılmış, hayvanların tedavisine destek olmuş ve çeşitli adli vakalarda şahitlik etmişlerdir. Görevleri gereği gebelik önleyici yöntemleri anlatmaları, aile planlaması için görüşmeler gerçekleştirmeleri ve aşılama sürecini başarı ile yürütmelerinin bölge halkının güvenini kazanmakla doğru orantılı olduğunu
aktaran ebeler; az önce belirtilen ve görev tanımlarının dışında kalan süreçlerde yer almadıklarında yeterli iletişimi sağlayamadıkları ve bu nedenle görevlerini yerine getiremediklerini belirtmişlerdir. Nitekim göreve ilk başladıklarında bölge halkının güvenini kazanana kadar doğum kontrol hapları ile onları kısırlaştıracaklarının, aşılar ile bebekleri zehirleyeceklerinin düşünüldüğünü aktarmışlardır.
Ebelerin taşrada karşılaştıkları zorluklar elbette yalnızca mesleklerini gerçekleştirmeye yönelik sorunlar değildi. Devlet otoritesinin temsili
olarak yer aldıkları bölgelerde kadın olmaları nedeniyle karşılaştıkları zorluklar, bu çalışma kapsamında görüşülemeyen pek çok ebenin de mücadelesine ışık tutmuştur. Öyle ki ebeler, başka bölgelerde görevlendirilen arkadaşları nın kaçırıldığını, zorla evlendirildiğini, çarşafa sokulduğunu aktarmışlardır. Her ne kadar devlet otoritesinin temsili olarak görevlendirilmiş olsalar da kadın olmaları, gelir sahibi olmaları ve taşrada daha önce hiç konuşulmayan cinsellik üzerine görevlendirilmiş olmaları mesleği tehlikeli bir yöne de sürüklemiştir. Muhtarla-
rın, ağaların ve bölgedeki erkeklerin cinsel tahakkümünü ve otoritesini ebeler aracılığıyla kanıtlamaya çalıştığı olaylarda devlet, ebeleri koruyamamış ve güvenliğini sağlayamamıştır.
Bölgede yaşayan kadınları “modernleştirmek” üzere eğitimler alan ebeler, bölge halkını kendine benzetmek bir yana dikkat çekmemek ve güvende olabilmek adına bölgeye uyum sağlamak zorunda kaldıklarını belirtmişlerdir.
Tüm bu zorluklara rağmen mesleğine hâlâ gönül bağı ile bağlı olan ebeler, onları bu süreçte mücadelenin içinde tutan en önemli unsurların bölgedeki kadınlarla ve meslektaşları ile kurdukları dayanışma olduğunu dile getirmişlerdir. Görevlendirildikleri bölgelerde kadınların eğitime erişimlerinin engellenmesi ve aile içi üretim dışında kamusal alanda herhangi bir meslek sahibi olamamalarının en önemli sorunlar olduğunu aktarmışlardır. Kadınlarla bir araya geldiklerinde onları meslek sahibi olmaya ve okumaya yönlendirdiklerini eklemişlerdir. Kadının ikincil konumunun farkında olan ancak bunu o dönemlerde herhangi bir toplumsal cinsiyet kavramı ile bağdaştırmayan ebeler, kadın olmanın içgüdüsü ile hareket etmiş ve hem kendileri hem de bulundukları bölgedeki kadınlar için mücadele etmişlerdir.

Bugün neredeyse kaybolan bir meslek olarak karşımıza çıkan ebelik, tek tek çalınan kapılarda gerçekleştirilen görüşmeler ve aşılamalar ışığında anne ve bebek sağlığında kaba doğum ve kaba ölüm oranlarında ciddi bir değişim yaratmıştır. Grafiklerde, istatistiklerde sayı olarak gördüğümüz anne ve bebeklerin hayatını bu denli değiştiren ebelerin, sonu gelmeyen mesailerin ve çeşitli zorlukların ardından Türkiye’de aile planlamasının ve üreme sağlığının öncüleri olarak anılması ve tarihte hak ettikleri yeri alabilmeleri dileğiyle…
Bu metin çok yakın bir zamanda tamamladığım sözlü tarih yöntemiyle gerçekleştirdiğim yüksek lisans tezimin bulgularına dayanmaktadır. Bkz: Eylül Zeynep Kuşçu, 1970’lerde Taşrada Kadın Sağlığında “Ebe-Efendiler”: Deneyimler, Sorunlar, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı, İstanbul. 2025.
Comments